Emin Özdemir'le 'Sözcüklerin Vicdanı' üzerine

25 Nisan 2013 Perşembe

Emin Özdemir, bu denemelerinde insanı, yaşamı, alıntılarla beslediği, yalın, ışıltılı bir söylemle sorguluyor; özellikle de bizi, yaşamımızdaki boşlukları doldurmada okumanın, yazınsal yaratıların işlevleri üzerinde düşündürüyor . Özdemir’le Sözcüklerin Vicdanı üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

-Kitaba seçtiğiniz addan başlayalım ilkin. İlginç, derinlikli, çağrışımsal zenginliği olan bir ad.


- Sunuş yazısında dostum Adnan Binyazar’ın da belirttiği gibi kitaba seçeceğim ad üzerinde gerçekten çok durdum, çok düşündüm. İstedim ki seçeceğim ad, denemelerimin yüreğindeki o başkaldırı duygusunu yansıtsın. Bunun yanı sıra yazarlığın, okurluğun baş koşulu saydığım sözcüklerin vicdanıyla buluşma gerekliliğini sezdirsin. Şuna hep içtenlikle inanmışımdır: Yazarlık vicdanı, sözcüklerinkiyle beslenmemiş bir kimse, gerçek anlamda yazar sayılamaz. Okurluk için de böyledir bu. Gerçek okur, sözcüklerin kabuğunu kıran, anlam katmanlarında dolaşıp onların vicdan sesini duyandır.

Denmiştir ya, biz sözcüklerin kucağına doğarız, sözcüklerle kuşatılmış bir dünyada sürdürürüz yaşamımızı. Yaşam duvarımız sözcüklerle örülür; onlarla yönlenir, onlarla yönlendiriliriz. Kitabın açılış sayfasına Hamlet’’ten alıntılayarak koyduğum şu sözler de bir bakıma bunu yansıtmaz mı? “ Polonius: - Neler okuyorsunuz efendimiz? Hamlet: - Sözcükler... Sözcükler... Sözcükler...”

Günlük dilde sözcüklerin çevrimine bir bakın, onların sesine kulak verin. Daha doğrusu okumaya çalışın. Göreceksiniz ki kimi sözcüklerin sesi soluğu kısılmış, kullanım sıklıkları iyiden iyiye azalmıştır. Kimi sözcüklerin sesiyse güçlenip gürleşmiştir, kullanımları da artmıştır o ölçüde. Sözgelimi “sevgi” sözcüğü, gün güne solgunlaşıp gölgeye çekilirken sanki “ nefret”e bırakmış gibidir yerini...Nefret toplumuna dönüştük, dersem çok mu abartmış olurum. Nefret, insan yüreğini çölleştirir, yaratıcılığı engeller. Sevgiyse incelikleri, güzellikleri besler, geliştirir. Düne değin “bağnazlık”ın sesi, kısık, boğuntulu çıkarken şimdilerde tınısı da, tonu da değişmiş, ülkenin her köşesinden duyulur olmuştur. İşte Sözcüklerin Vicdanı, böyle bir yönsemenin, sözcükleri okuyup onların sesini yazıya dönüştürme isteğinin ürünüdür

-Umberto Eco’dan bir alıntıyla okumanın bir edilgenlik değil, etkinlik olduğunu vurguluyorsunuz. Diğer yapıtlarınızda olduğu gibi bir anlamda Sözcüklerin Vicdanı etkinlikten çok, isyan eden bir eylemselliktir, sanırız.

- Doğru bir nitelendirme. Kitabın, “Gerçeğin Öbür Yüzü” adlı ilk bölümündeki denemeler, kırılganlıklarımın, isyan duygularımın iplikleriyle dokunmuştur. Nedenlerini uzun uzadıya açıklayacak değilim. Şu kadarını söyleyeyim, artık yaşlılığın karakışı içindeyim. Belki de bundan , eskiden hiç umursamadığım, omuz silkip geçtiğim olaylar, durumlar şimdilerde derinlemesine etkiliyor beni, öfkelendiriyor. Diyelim, halk avcısı, kirli suratlı bir politikacı ya da dönekliği yaşam biçimine dönüştürmüş bir gazeteci, sözde bilim insanı televizyon ekranında konuşuyor. Baktıkça, dinledikçe bir sıkıntı, bir tedirginlik başlıyor bende. Avurtlarını yellendire yellendire “erdem”den, “ahlak”tan, “ülke sevgisi”nden söz etmiyorlar mı, midemin asidi artıyor. Bu sözlerin, sözcüklerin onların ağzında nasıl kirlendiğini duyumsuyorum, bu nedenle isyan ettiklerini de...

İçimi karartan öfkeyi, beynimde esip duran isyan duygularını yatıştırmanın yollarını aradım uzun süre. Sonunda şu iki yolu buldum sevgili Işık. Biri, kurmaca kişilerin dünyasına sığınmak, onların arasında dolaşmak. Bildiğin gibi geçen yılın ortalarına doğru yayımlanan Kurmaca Kişiler Kenti adlı kitabım, bu sığınışın ürünüdür. İkinci yolsa yazının, sözcüklerin kapısını çalmak.

Yazmanın, sözcüklerle bir yolculuğa çıkmanın sağaltıcı, gizemsel bir gücü varsa bizi gerçekler dünyasından düşler dünyasına taşımasıyla çıkıyor ortaya. Şunu da ekleyeyim, söze özgürleştirici kanatlar taktıran kurgusal denemede sanki daha fazladır bu güç... Sınır tanımazlığın özgürleştirici havası içinde dilediğimiz varlıkla, olay, olgu, durum ya da kişiyle yüzleşir, hesaplaşabiliriz. Sözcüklerin Vicdanı’nda bir ölçüde bunu yapmaya çalıştım. “Yaşlılığın Düşlemsel Dünyası”nı anlatırken, “Yargılama Düşleri”nde alçaklığın tarihini yazanları sorgulayıp yargılarken, “Shakespeare’in Sofrası”na konuk olurken hep bunu amaçladım. Kestirmeden söyleyeyim, sözcüklerin vicdanını kanatarak insanımızı, aldanışların, yanılsamaların dipsiz kuyusuna atanları, alınlarında dönekliğin lekelerini taşıyanları başarabildiğim ölçüde soruların sarmalına yatırmayı denedim. Dahası bunlardan kimilerini. Kafka’nın Ceza Sömürgesi’ne gönderdiğim bile oldu..

Bilinen bir gerçektir yazma, okuma edimi yaşamımızdaki eksiklikleri tamamlamaya, ona yeni anlamlar katmaya yöneliktir. Aslında ikisi de bir tür tepki, bir tür isyan değil midir? Zaman zaman şu soruyu düşündüğüm olmuştur: İnsanoğlu, bütün isteklerinin karşılandığı, açlıklarının doyurulduğu, hiçbir sıkıntı, tasa ya da sorunun olmadığı bir dünyada yaşasaydı yazma eylemi, ona bağlı olarak da okuma olur muydu? Olmazdı, diyorum.

Sanat, doğanın insanda eksik bıraktığını, insanın doğada arayıp da bulamadığını verme amacıyla oluşturulmamış mıdır? Yanılıyor muyum yoksa?

- Sizin deyiminizle “eblehler sürüsü ve taş kafalılar”ca çevrilmiş bir dünyada dil ve yazın üzerine didinmek, boşa bir çaba gibi geliyor ama kitabınızı okuyunca öyle olmadığını duyumsuyoruz.


- İnsanı duralatan, şimşekli bir soru... Öyle ya Homeros’tan Tolstoy’a, Dante’den, Shakespeare, Dostoyevski’den Hermann Broch’a, Musil’e değin binlerce yazar, ozan bugüne dek yazdı, çizdi. Yazdı, çizdi de ne oldu? Dünyamızda ezimler, sömürüler, haksızlıklar, savaşlar sürüp gidiyor yine. Ne alçaklığın kökü kazındı, ne de eblehlerin, taş kafalıların sürüsü azaldı. Yadsıyamayacağımız bir gerçek bu.

Yazının, yazınsal yaratıların insanı ve dünyayı değiştirmede yetersize kalışından doğan karamsarlığa kimi denemelerimde değinmeye çalıştım. Ancak kumaşın öteki yüzünü de göz ardı etmedim. Bu konudaki yakınışlara, umutsuzluğa karşın yeri geldikçe dünyayı yaşanılır kılmanın, taş kafalı, hoşgörüsüz, duyarlık dünyası gelişmemiş kişileri azaltmanın bir yolunun, yazınsallığın içinden geçtiğini vurguladım yine.

Kim ne derse desin, yazınsal yaratıların havasını solumamış kişiler, varsıllığın doruğuna da ulaşsalar, ilkelliğin çemberini kıramazlar. Kaba, yıkıcı duygularına, tutkularına gem vuramazlar. Onların yüreğinde anlamlı, güzel bir dünyanın özlemlerini uyandırmak gerekir. Bu da yazınsal yaratıların biçimlendireceği bir bilinçlenmeyle, bir donanımla gerçekleşebilir büyük ölçüde.

İlk bakışta olanaksız, “boş bir çaba” gibi görünse de yazınsal üretimi sürdürmenin nasıl önemli bir gereksinim olduğunu dile getirdim Sözcüklerin Vicdanı’nda çünkü insan yüreğine ulaşabilen en etkili dildir yazınsal yaratılar. Önemli olan insanı bu yaratılarla tanıştırmak, o yaratıların dünyasına taşımaktır. Perulu, Nobel ödüllü romancı Mario Vargas’ın şu özlerini yinelemekte yarar var: “ (...) O iyi kitaplar olmasaydı, şimdikinden daha kötü durumda, daha uzlaşmacı, daha itaatkâr olurduk; ilerlemenin motoru olan eleştirel ruhun esamesi bile okunmazdı”

Vargas, okuma ve yazınsal yaratıların işlevinin yaşamda eksik olanı tamamlamak olduğunu söyledikten sonra şöyle sürdürüyor sözlerini: “Öyküleri ve romanları yalnızca tek bir hayatımız varken pek çok hayatı yaşayabilmek için yaratırız. Roman ve öykü olmasaydı, özgürlüğün hayatı yaşanılır kılmadaki öneminin, özgürlüğün bir zorba, ideoloji ya da bir dinin ayaklar altında çiğnenmesinin hayatı nasıl bir cehenneme çevirdiğinin farkında olamazdık.”

Düş kurmak

- Denemelerinizde yazarlar, şairler, hoş ve ilginç alıntılarla, sözlerle karşılaşıyoruz. Onlar bizi ıssız sokaklara çekebilir ya da söyleyenlerle aynı masaya oturtabilir mi?

- Kurgusal denemelerin baş özelliği, düşlerle gerçekler, düşüncelerle duygular, benzerliklerle karşıtlıklar arasındaki gelgitlerle oluşturulan devingen dokulu metinler oluşlarıdır. Bunun için akışkanlıklarının ibresi sürekli devinim durumundadır. Okuru, kimileyin düş bulutlarının içinde dolaştırır, kimileyin de gerçekliklerin patikalarına tırmandırır. Bu yanıyla sorduğun iki yönü de içinde barındırır bu denemeler. Kuşkusuz, alımlama, algılama gücümüze göre değişir; bizi kendi iç dünyanızın dar yollarımda bir başımıza dolaştırıp iyice yorduğu, bunalttığı durumlar olur... Bunun gibi, sonra bizi bu durumdan kurtarmak, kendinizden uzaklaştırmak için bu denemelerdeki gezgin romancılardan, öykücü, şair ya da denemecilerinden biriyle tanıştırıp masasına oturtur...

Diyelim bir gün önce denemelerin birinde Jorge Luis Borges’in masasına oturmuş, onun düş kurmanın önemi, “kitabın, insan belleğiyle düş gücünün uzantısı” olduğu üzerine söylediklerini dinlemişizdir. Düş kurmanın insan yaşamını güzelleştiren bir güç olduğu gerçeğine inandırmıştır bizi.

Ama bir gün sonra bir başka denemede Fernando Pessoa’nın masasına oturmuş, Borges’in söyledikleriyle taban tabana zıt şu sözleriyle şaşırıp kalmışızdır: “Düş, uyuşturucuların en doğalı, bunun için de en kötüsüdür. En kolay alışkanlık yapan odur, farkında olmadan zehirli bir şeyi yutarcasına, nasıl başladığımızı bile anlamadan başlarız düşe. Can yakmaz, insanı sararıp doldurmaz, dermansız da bırakmaz; ama düşün tadını bir kere alan ruh, bir daha iflah olmaz çünkü zehirden vazgeçemez olur, ki zehir kendinden başka bir şey değildir.”

Alıntılar, düşünceler, duygular arasında benzerlik ya da karşıtlıklar kuran köprüleri gibidir. O köprülerden geçerek duyguların, düşüncelerin kapısını daha kolay aralayabiliriz. Yerinde yapılan her alıntı denemenin soluğunu besler, duygu ve düşünce örüntüsünün renklenmesine katkıda bulunur; Sözcüklerin Vicdanı’nda alıntılara, tanıklama sözlerine çokça yer verişim bundandır.

- Hüznün ığıltısı ile iyimserliğin fısıltısı çarpışıyor kitabınızda. Sizce kim kazanır?

- İnsanın doğasına yönelik, bu derinlikli, çokboyutlu soruyu yanıtlamak güç. İkisi de insanın varoluşsal hallerinden. Hüznü, iyimserliğin karşıtı “karamsarlık” bağlamında düşünürsek insandan kaynaklanan bu iki duygunun tarihin akışı içinde sürüp geldiğini söyleyebiliriz; kuşkusuz sürüp gideceğini de... Birinin ötekini yenip bir başına yaşama egemen olacağını düşünemiyorum. Albert Einstein’in bu konuda söylediği bir söz geliyor aklıma: “İyimser mi, yoksa karamsar mı olduğum sorusuna, bilgim karamsar, isteklerim ve umudum iyimser diye yanıt veririm...” Sorunun çatallaştığı yer burası. Öyleyse şöyle diyeyim: Ne bilgi tükenir, ne de istek ve umut. Hüznün ığıltısı da, iyimserliğin fısıltısı da ne denli çarpışırsa çarpışsın bir yengiden, bir yenilgiden de söz edemeyiz. Zaman olur, insanın yozlaşması, değerlerin altüst olması karşısında yoğun bir hüzün çöker içimize; zaman olur içimizdeki bir ses, “ yitirme umudunu, her şey güzelleşecek, değişecek, güneşli günler gelecek,” diye uyarır bizi. Yaşamın değişmeyen bir yasasıdır bu.


- Bu gidişle kitapsızların uçurumuna atılır mıyız, yoksa direnir miyiz?

- Bu sorun da bir önceki gibi iki uçlu. Ben karamsar olduğum için zaten “kitapsızların uçurumuna” yuvarlanmış durumdayız, diyeceğim. Bakmayın, binlerce yayınevinin, her yıl binlerce kitap bastığına. Bunların çoğu, tecimsel kaygılarla basılan, dilsel, duygusal, düşünsel değeri düşük yığınsal kitaplar. Beğenisi gelişmemiş yığınları oyalayıp eğlendiren türden. Nedeni büyük ölçüde okullarımızdaki dil ve yazın öğretimine dayanır. Bu öğretim okuma sevgisi, okuma alışkanlığı kazandırmıyor öğrencilere. Düşün ve beğeni dünyalarını kurup geliştirecek eleştirel okumayla tanıştırmıyor onları. Bu yüzden anaokulundan üniversiteye değin dil ve yazın eğitiminden geçmesine karşın okumayan okuryazarlar yetiştirdik. Bunlar, okuryazar ama okur değiller. Okur, okuma yazma becerilerini sürekli kullanan, dil, düşünce, yazınsal değer taşıyan kitapları okumadan edemeyendir..

- Son bir soru. Bakıyorum, şu son yıllarda hızlı bir çalışma temposu içindesiniz. Bir yandan eski kitaplarınızı geliştirip güncelleştirilmiş bakılarını yaptırıyorsunuz, bir yandan da bunlara Yüzler ve Sözcükler, Kurmaca Kişiler Kenti, Sözcüklerin Vicdanı gibi yenilerini ekliyorsunuz.

- Nasıl yanıtlasam bu sorunu sevgili Işık? İstersen öğretmenlik tutkumun yaşlanmayışına bağla; istersen alışkanlık de, istersen günlerimin kısalmış olmasına... Tarancı’nın şu iki dizesi son zamanlarda sık sık gelip takılıyor dilime: “Ve ölüm, kapımda kişner, sabırsız / Bir at oldu nihayet... Beni, belki de her sabah bilgisayarın başına oturtan güç, bu dizelerdeki ruh halim...
Sözcüklerin Vicdanı/ Emin Özdemir/ Bilgi Yayınevi/ 376 s.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aman, Beni Bırakma... 23 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları