Bir popülizmden öbürüne

07 Nisan 2016 Perşembe

Pazartesi günü aktarmıştım: “Bugün, bir dönemin bittiğine, bugüne kadar istikrarını koruyabilen toplumlarda bir dağılmanın gelmekte olduğuna ilişkin bir önsezi dünyada yayılıyor”.

Ya biten liberal demokrasiyse?
Liberal demokrasi, kapitalist sınıf açısından, halkın rızasını alabildiği, devletin personel, ideoloji, mali kaynak gibi girdilerini kültür-eğitim endüstrisiyle, ekonomik gücüyle yönlendirebildiği için en ideal yönetim biçimidir. Ancaak, ya liberal demokrasi çok özel tarihsel koşulların yarattığı bir an idiyse (Kaplan, The Atlantic, 1997); “yapısal kriz” dönemlerinde, kapitalist toplumun bütünlüğü korumaya uygun bir yönetim (devlet) biçimi değilse?
Bu korku kendini son yıllara sürekli yinelenen “Demokrasi serbestliklerle hâlâ uyumlu mu?”, “İstikrar için mutlaka gerekli mi?”, “Popülizm yükseliyor”, “1930’lar geri geliyor”, “Otoriter rejimler yaygınlaşıyor” tartışmalarında dışavuruyor.
Liberal demokrasi öyle bir şiddetle dayatıldı ki aslında bir oximoron (sıcak buz/kuru deniz vb. gibi) olduğunun ayırdına varılamadı. Demokrasi halkın (Platon’a göre yoksulların) kendilerini yönetme biçimidir. Liberalizm, kapitalist bireyin istediği yerde, istediği gibi üretim, ticaret, yatırım, kâr yapma özgürlüğüdür. Liberalizm varsıl azınlığa, demokrasi yoksul çoğunluğa ilişkindir.

Bir oximoronun yaşamı
Bu oximoronun yaşayabilmesi için yoksulların yaşam koşullarının kabul edilebilir bir düzeyde, bilgi eğitim düzeylerinin bu oximoronun içerdiği çelişkiyi, devletin doğasını görme (Marx), varsılların toplumsal ayrıcalıklarını hak etmediklerini düşünme, noktasından (Keynes) yeterince uzakta olması gerekir. Somutlarsak, gelir dağılımındaki bozukluk, varsılların başka dünyada yaşadığı gerçeğini açık edecek düzeylere çıkmamalı, toplumdaki kültürel yapı (dil, din, gelenek, ortak tarih anlatısı), yoksullarla varsılların arasındaki, ortak aidiyet kurgusunu bozacak düzeyde karmaşıklaşmamalıdır.
Kapitalizmin yapısal krizi içinde, kapitalist sınıf, yalnızca kendi çıkarlarını (varsılları) gözeten bir kriz yönetim modelini (neo-liberalizm) dayatmaya başlayınca demokrasinin anlamı da yalnızca serbest piyasa-seçimler ikilisine indirgenerek daraldı: Serbest piyasa en demokratik rejimden daha özgürlükçüydü, servet yukardan aşağıya doğru yayılacaktı, devlet müdahalesi yerini bireyin özgür tercihlerine bırakmalıydı.
Serbest piyasanın “erdemlerini” sorgulayan eleştirileri, kendi doğrularını dayatan, sıradan bireyi hakir gören bir seçkincilik olarak damgalayan bir piyasa popülizmi ABD ve İngiltere’den başlayarak küresel çapta yaygınlaştı.
2007/8 mali krizine gelirsek: Piyasa popülizminin “piyasa” kısmının ideolojik dayanakları realitenin etkisiyle çökmeye başladı. Gelir dağılımındaki bozulma artık yoksullar tarafından kabul edilemez düzeye çıktı. En zengin kesimin toplumdan uzak yaşamı, ortaya dökülmeye başlayan yolsuzlukları, hırsızlıkları, kent mekânlarındaki çözülme, kitlesel göç hareketleriyle gelen “yabancılar”, toplumdaki kültürel homojenliği iyice bozdu. Küreselleşmeyle gelen hızlı metalaşmanın, emperyalist savaşların yıkıcı etkilerinin tetiklediği “İslamcı terörizm” de bu resme eklenince, varsılların gerçekten farklı bir dünyada yaşadığı yoksulların sorunlarını hiç umursamadığı ortaya çıktı.
Yoksulların kendilerini ifade etme kanallarıysa kapalı. Kültür endüstrisi, yeni iletişim teknolojileriyle günlük yaşamın her hücresine nüfuz etti, algıları programlıyor. SSCB’nin çöküşünün nedenleri kitlelere açıklanarak tarihsel yerine konulamadığı için kapitalizmin sonunu ya da en azından başka türlü bir yaşamı hayal etmek, dünyanın sonunu hayal etmekten daha zor.
Şimdi piyasa popülizminin, “piyasa” kısmı düştü, liberalizmin anlatısı, demokrasiyi olanaklı kılan dayanaklar dağılıyor. Oluşan boşluğu, “halktan kopmuş” seçkinleri hedef alan ama, kapitalizmi sorgulamayan, sağ, otoriter, ırkçı popülizm dolduruyor. Kapitalist sınıf hem bundan korkuyor hem de, “demokrasi artık serbestlikle uyuşmuyor” savının gösterdiği gibi bunu arzuluyor...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları