Geçen hafta büyük güçler arası kutuplaşmayı konuşuyorduk, bu hafta gündemde “savaşlar” var. Neyse ki şimdilik ticaret savaşları. Ancak, kapitalist sistemde, ticaret savaşlarına yol açan dinamiklerle, sıcak savaşlara yol açan dinamikler büyük ölçüde örtüşüyor.
İşletim sistemi sorunu
Geçen hafta bir yazar, “Batı dünyasının işletim sistemi çöktü mü” diye soruyordu (New York Magazine, 27/02/18). “Popülizm” olarak tanımlanan toplumsal huzursuzluklar liberal demokrasiyi tehdit ediyor, serbest piyasa ekonomisine yönelik eleştiriler de ABD merkezli Batı hegemonyasının uluslararası ekonomik modelini (neoliberal küreselleşmeyi)...
Hem sağ/sol popülizmin hem de serbest piyasaya yönelik eleştirilerin arkasında, kapitalizmin yapısal krizi içinde servet kutuplaşmasının, yoksulluğun, toplumsal hizmetlerdeki çöküşün müstehcen düzeylere ulaşması var. Sağ reaksiyon, uluslararası rekabeti ve göçmenleri hedef alan tepkiler üzerinden, yabancı düşmanlığı, ırkçılık, dincilik/milliyetçilik olarak şekilleniyor. Solda da refah devletinin restorasyonunu, gelir dağılımının bozukluklarını düzeltmeyi amaçlayan bir yeni sosyal demokrasi arayışı var.
Sağ popülizmi, işçi sınıfının öfkesini yabancılara, yönetici seçkinlere, liberal ve sol entelijansiyaya yönlendirerek faşizme giden yolu açıyor. Yeni bir sosyal demokrasi arayışı kapitalist ilişkileri, emekçi sınıfların yaşam koşullarını biraz olsun iyileştirecek yamalarla onararak korumayı amaçlıyor.
Yapısal kriz içinde, sermayeler arası rekabetin, işçi sınıfının öfkesinin baskısı devletleri önlem almaya zorladıkça savaşlara giden yol iki kanaldan açıyor: (1) Şirketlere yeni “avlanma alanları” açmak (piyasalarımızı, istihdamı koruyalım; kapasite fazlası, işsizlik öteki ülkelerde artsın), (2) Bu alanları korumak ekonomiyi canlandırmak için silahlanmayı hızlandırmak. Bu ikisi arasındaki diyalektik de siyasi, askeri kriz olasılıklarını arttırıyor. Çünkü, “işletim sistemi” istikrarını kaybetmeye başlayınca, öngörülemeyen sonuçlar yasası daha etkin biçimde işliyor.
Öngörülemeyen sonuçlar...
Geçen hafta Trump, ABD işçi sınıfını korumak, haksız rekabeti önlemek gerekçeleriyle, demir-çelik ve alüminyum sektöründe ithalata yüzde 20 dolayında vergi getireceklerini, “korumacılık iyidir” mesajıyla birlikte açıkladı. Avrupa Birliği tepkisini misilleme tehdidiyle ifade etti. Trump “otomotiv ithalatına da vergi koyarız” diyerek tırmandırdı. DünyaTicaret Örgütü,“ticaret savaşlarına yol açar” diyerek uyardı. ABD’de Dow Jones iki günde yüzde 2.7. Cuma günü Avrupa (FT, DAX, CAC40, IBEX), Asya (Nikkei, Heng Seng) yüzde 2-2.5 oranlarında gerilediler.
Wall Street Journal, yorumunda, ABD’nin demir çelik ithalatında Çin ve Rusya’nın paylarının sırasıyla yüzde olarak, 2.2 ve 8.7 olduğuna dikkat çekerek önlemlerin esas olarak Kanada (6), Güney Kore (10), Brezilya (13), Meksika (9) gibi stratejik müttefiklerini, ABD’nin tarım ürünleri, tarım makineleri gibi özellikle muhafazakâr partinin seçmeninin yoğun olduğu sektörlerin ihracatını vuracağını, otomotiv sektöründe yabancı şirketlerin rekabet gücünü arttıracağına işaret etti.
Geçen hafta silahlanma yarışının, Almanya’nın da katılımıyla hızlanmaya başladığına değinmiştik. Hafta sonuna doğru, Rusya, dünyada her yeri vurabilecek, önlenmesi olanaksız nükleer başlıklı hipersonik füze ürettiklerini açıkladı. Bu açıklama nükleer silahlar, füze teknolojisi, füze savunma sistemleri, buna bağlı olarak yapay zekâ alanlarında silahlanma yarışını, silah piyasalarında rekabeti hızlandıracak. Silahlanma yarışı, rekabet, savaş sanayilerini destekleyecek ama aynı anda büyük güçlerin devlet bütçelerine ek yükler getirecek.
Mali kaynakları göreli olarak daha güçlü olan Çin ve Almanya’nın bu silahlanma yarışında çok daha rahat hareket edebileceğini, böylece Batı’nın “işletim sisteminin çöküşünün” ilerlemeye, uluslararası siyasi askeri dengelerin değişmeye, olası bir savaşa giden yolun kısalmaya devam edeceğini söyleyebiliriz.
‘Kutuplaşma’dan savaşlara
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...