Henüz, bir boykot çağrısı yok, yalnızca çağrı olasılığı tartışılıyor, ama liberal eğilimli entelijansiya aniden paniğe kapılmış görünüyor. Boykot çağrısı yapmanın “demokrasi bozgunculuğu” olduğunu iddia edenler bile var. Halbuki kimi koşullarda, sandığa gitmek demokrasinin tabutuna son çiviyi çakanların peşine takılmak anlamına da gelebilir. Boykot, demokrasiyi savunmanın tek yolu olarak karşımıza çıkabilir. Dolayısıyla kanaatlerle değil, düşünceyle hareket etmeye çalışmakta yarar var.
Paniğin arkasındaki üç neden
Liberal entelijansiyada oluşan paniğin arkasında üç neden olabilir. Birincisi: Boykot taktiğinin anlamını kavrayamamak. Boykotu, “ben bu oyunu sevmedim, eve gidiyorum” gibi katılım oranıyla ilgili bir kapris sanmak. İkincisi: OHAL, YSK, yeni seçim yasasına, iktidarın “ya devlet başa ya kuzgun leşe” kararlılığında olmasına, geçmişte bugüne göre daha elverişli koşullar yaşanmış haziran seçimleri ve anayasa referandumu deneyimlerine, Meclis’in işlevsizleştirilmiş, hukukun keyfileştirilmiş olmasına karşın, hâlâ sandığa gidebilmenin demokrasiyi savunmak anlamına geldiğine inanmak. Halbuki “sandık” totaliter rejimleri konsolide etmek, demokrasiyigömmek anlamına da gelebilir. Üçüncüsü, doğru bir zamanda ve biçimde benimsenecek bir boykot taktiğinin, o toplumdaki siyasi olasılıklar yelpazesine ekleyeceği yeni seçeneklerden korkarak, tüm olumsuzluklara karşın var olan durumu kabullenmeyi seçmek. Ölümden korkarak intiharı seçmek gibi...
Boykot ve havlu...
Bugün boykot çağrısı yapmak “havlu atmak” anlamına gelmez. En fazla, yanlış bir alet kullanmaya çalışmak anlamına gelebilir. Ağaç kesmeye giderken testere yerine çekiç götürmek gibi...
Boykot bir siyasi taktiktir; üstelik, deyim yerindeyse, çok güçlü bir “silahtır”. Boykot çağrısı doğru zamanda ve biçimde yapılırsa demokrasi bozgunculuğu değil, demokrasiyi, hatta daha fazlasını savunmanın tek mantıklı yöntemi olarak da tarihe geçebilir. Bu yüzden boykot olasılığını tartışmak umutsuzluğu ve yılgınlığı yaymak değil, muhalefeti ataletinden ve fantezilerinden (“kazanacağımız seçimleri niye boykot edelim”) kurtarmaya çalışan, daha aktif, daha umut verici ve etkin bir direniş biçimi arayışıdır.
Diğer taraftan, boykot çağrısı yapmak için hedef alınan kurumun, yozlaştırılmış, işlevsizleştirilmiş olması da yetmez. Boykot çağrısı birtakım “güzel ruhların” temiz kaldığını bilerek rahatlama aracı da değildir. Boykot çağrısı tartışmaları öncelikle, şu soruları açıklığa kavuşturmayı amaçlamalıdır. Birincisi: Boykot çağrısının hedef alacağı kurum ya da pratikler açısından, toplumdan rıza almakta zorlanma, meşruiyetini savunmak zorunda kalma sorunu oluşuyor mu? Boykot çağrısının başarı olasılığı ile çağrının hedef aldığı kurum veya pratiklerin meşruiyetinin aşınma hızı arasında “doğru orantılı” bir ilişki vardır. İkincisi, genelde toplumda, özelde muhalefet saflarında, siyasetin bir çıkmaza girdiğine ilişkin “bu böyle gitmez” duygusu güçlü müdür. Tepki, boykota kitlesel ve aktif bir katılıma olanak verecek düzeye yükselmiş midir? Ya da söz konusu zaman aralığında, çağrı yapılmadan önce yükseltilebilir mi? Boykot çağrısı, kitlesel hareketliliklerle desteklenerek, iktidarın ve sandığın meşruiyetini sorgulayan aktif bir boykot olarak bir fiziki varlığa kavuşturulabilir mi? Üçüncüsü, çağrı, bireysel çabaların ötesinde, Emre Kongar Hocamızın işaret ettiği gibi “parti ve örgüt kararlarıyla” yapılabilir mi?
Bu sorulara olumlu cevaplar verecek duruma gelmeden boykot çağrısı yapmak siyasi açıdan yanlış olacaktır. Ancak, bu saptama, bu sorulara olumlu cevaplar verebilecek ortama ulaşmak için gereken bilgileri, eleştirileri de içerecek, boykota katılması olasılığı en yüksek kesimlere öncelikle ulaşmayı hedef alan bir çalışmayı da dışlamaz.
Bu seçimlerin sonuçları, bugünkü koşullarda, şimdiden bellidir! “Nasıl olsa kazanacağız” havasıyla boykotu tartışmayı reddedenlerin, ya da AKP’nin kazanma oranının düşük olmasının siyasi bir anlamı olacağını savunanların samimiyeti ise kuşkuludur.
Boykot çağrısı olasılığı üzerine...
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...