Aydın Engin

Gülümseyen, Gülümseten Uğur Mumcu

25 Ocak 2015 Pazar

Yıl 1967. Sonbaharın son ayları. Tuncel Kurtiz, Tuncer Necmioğlu, Müjdat Gezen, Umur Bugay, Mustafa Alabora, Aydın Engin bir tiyatro kurdular: Halk Oyuncuları. Topluluğun ilk oyununu Aydın Engin yazdı; yazdığını sahneye de koydu: Devr-i Süleyman. İstanbul’da salaş bir tiyatroda ilk oyun sahne ışıklarına kavuştu. Aynı gece İstanbul Valiliği oyunu yasakladı, tiyatro binasını da mühürledi. Ekip baskılara boyun eğeceklerden değildi. Sabahleyin Ankara’nın yolunu tuttular. Oyun Ankara’da tekrarlandı. Ankara Valiliği aynı gece oyunu yasakladı, tiyatro binasını da mühürledi.
Selahattin Hakkı Esatoğlu, Turan Güneş gibi bileği bükülmez hukukçular Danıştay’a bir dilekçe ile itiraz ettiler. Dilekçenin taslağını genç bir idare hukuku asistanı yazdı. Adı Uğur Mumcu’ydu. Danıştay yasak kararını durdurdu. O zamanlar hükümetler Danıştay’ın yürütmeyi durdurma kararına uyulmayabileceğini henüz öğrenmemişlerdi. Yasak kalktı. Elde kapı gibi Danıştay kararı ile tiyatro binasının önüne gelindi.
Aydın Engin sordu:
- Karar tamam da kapı mühürlü. N’apacağız?
Uğur Mumcu dalgasını geçti:
- Oğlum sen güya hukuk okudun. Hiç mühür fekki diye bir laf duymadın mı?
- Çalışmadığım yerden soruyorsun.
- İyi. Öğren öyleyse.
Turan Güneş’in “Dur, yapma. Öyle olmaz…” demesine kalmadan bir tekmede mührü taşıyan ipi kopardı. İkinci tekmeyle zaten kilitli olmayan kapıyı ardına kadar açtı.
- Mühür böyle mi fekkedilir?
- Bir makasla ipi kessen de olur ama devrimci mühür fekki böyle olur.
Devr-i Süleyman iki yıl sürecek kapalı gişe oynama serüvenine böyle başladı.
Arkadaşlıkları da böyle başladı.

***

Cebeci’de, bir apartmanın bodrum katında, duvarları her daim ıslak bir daire kiralandı. Uğur Mumcu asistan maaşına talim ediyor. Ötekine ise yazar olarak, rejisör olarak, ortak olarak epey para akıyor. Kiranın üç çeyreğini varsıl, bir çeyreğini yoksul ödeyecek. Öyle anlaştılar. Samanpazarı’ndan iki somya, bir ayağı sallanan bir koltuk, bir trapez masa, dört de tahta iskemle; Sümerbank mağazasından da iki kalın battaniye alınarak ev donatıldı. Bodrum katta perdeye ne gerek değil mi?
Ankara Hukuk’tan bir asistan arkadaşı (Mukbil Özyörük?) evimize konuk geldi. Islak duvarlara, sefil mobilyalara ve mutuk şarabı (25 kuruş şişe depozitosu dahil 115 kuruş), turşu, beyaz peynir, helvadan oluşan sefil soframıza bakıp dudak büktü:
- Yaşanır mı bu evde be?
Aydın Engin söze giremeden öteki atladı:
- Oturmayacağız ki. Yatmaya geleceğiz biz buraya. Bir de garson yiyeceğiz…
Misafirimiz iyi aile çocuğu. “Garson yemek”ten “garsoniyer”e geçemedi:
- Nasıl yani? Ne demek bu şimdi?
- Hiiiç… Garson yiyeceğiz işte. Garson buğulama, garson ızgara, garson tava, garson salatası…

***

O sefil ve güzel bekâr evinde siyasal - ideolojik tartışmalardan garson yemeye pek vakit kalmadı. Daha sonra sahiden derinleşecek olan ideolojik ayrılığın tohumları da zaten o tartışmalarda atıldı.
Bizim kuşağın “Kendi birikimimiz ne ki halkı eğitmeye kalkışıyoruz” sorusunu sormayı akıllarına bile getirmediği yıllardı (1968’deyiz denmişti değil mi ?). Türkiye’de sosyalizmi kuracağız da nasıl kuracağımızı henüz bilemiyoruz. Aydın Engin “İşçi sınıfını bilinçlendirmek için ne yapmak gerek? Tiyatro işçi sınıfını bilinçlendirme de işlevsel midir” gibi sorular üstünde kafa yormaya çabalıyordu. Öteki ise her zamanki pratikliği ile itiraz ediyordu:
- Saçmala lan… Bir fabrika dolusu işçiyi bilinçlendirmek bir ömür sürer. Halbuki bir albayı bilinçlendirsek, kestirmeden sosyalizme gideriz…

***

Aydın Engin, tiyatro ile işçi sınıfı bilinçlendirmenin mümkün olamayacağında karar kıldı. 1970 sonbaharında tiyatroyu da Ankara’yı da terk edip İstanbul’a döndü; gazetecilikte karar kıldı. Meslek acemiliğini DİSK sendikalarının yayınlarında attı. Meslek ustalarından Kemal Bisalman haftalık bir dergi çıkarma hazırlığındaydı. Aydın Engin’e işçi ve sendika haberciliği önerdi. O profesyonel gazeteciliğe geçme sevincindeyken generaller 12 Mart Muhtırası’nı dayadılar. Mart 1971’de Türkiye’nin üstüne faşizmin karanlığı çöktü. Yeni Ortam’a yazıişleri müdürü olacak Osman Arolat afişlerle aranan terörist ilan edildi ve yeraltına geçti.
Yeni Ortam dergisi bu koşullarda yayına başladı.
Üç gazeteci aynı gün, aynı saatte Yeni Ortam’da profesyonel gazeteci oldular: Yazıişleri Müdürü Aydın Engin, dış haberler sorumlusu Osman Ulagay ve Ankara büro şefi Uğur Mumcu.
Dıştan bakan anlı şanlı, zengin kadrolu bir dergi sandı. Oysa bir iş hanında biri küçük, öteki epey büyük iki oda kiralandı. Küçük oda Patron Kemal Bisalman’ın makamı oldu. Büyük odadaki bir masaya yazıişleri müdürü, karşısındaki masaya da dış haberler sorumlusu kuruldular. Koskoca odada düzeltmen, sayfa sekreteri, öteki bölümlerin sorumlusu, odacı filan yok. Topu topu iki kişi.
Ankara büro şefi deseniz, o daha da beter. Büro filan yok. O zamanlar Ankara Rüzgârlı Sokak’ta yuvalanmış gazetelerin ofislerinde boş bir masa, çaktırmadan kullanılabilecek bir telefon ve o sırada başında kimsenin oturmadığı bir daktilo bulduğu an Yeni Ortam dergisi Ankara Büro Şefi Uğur Mumcu haberlerini hazırlıyor. Türk Hava Yolları’nın kargo servisi ile İstanbul’a yolluyor. Yazıişleri müdürü Aydın Engin belediye otobüsü ile Cağaloğlu’ndan Şişhane’ye gidip kargo paketini alıyor. Büroya dönüp haberleri düzeltiyor, düzenliyor, sayfalarına yerleştiriyor ve o karanlık günlerde demokrasiye, özgürlüğe açılan ve faşizme itiraz eden tek pencere olarak kabul edilen Yeni Ortam dergisi cumartesi günleri okurlarla buluşuyor.
Yeni Ortam Ankara büro şefi telefonla yazıişleri müdürünü aradı:
- İki ayrı haber zarfı yolluyorum. Kargoya yalnız gitme. Yanına birini al. Küçük zarfı ona ver. Kalın zarfı sen al. Yolda durdurup ararlarsa itiraz etme. İçinde rutin haberler var. Sonrasını küçük zarfı açınca anlayacaksın.
- N’oluyor oğlum? Bana illegalite numarası çekme… Oyun mu oynuyoruz?
Cevap tek kelimelik oldu: “Ciddiyim!” Sonra da şak diye telefonu kapattı.
Şair Kemal Özer dergiye sohbete gelmiş. Birlikte Şişhane’nin yolunu tuttuk. Yolda durumu anlattım. Anlamadı ama itiraz etmedi. THY ofisinde küçük zarfı o aldı, önden çıktı. Büyük zarfla da ben ve birbirimizi tanımazmış gibi ayrı otobüslerle Cağaloğlu’na döndük.
Küçük zarf açıldı. Haber elimi yaktı: Mahir Kaynak MİT ajanı çıktı.
Vay be!.. İstanbul Üniversitesi’nin jiletten bile keskin devrimci asistanı Mahir Kaynak MİT ajanıymış. Madanoğlu davası diye anılan, içinde emekli subayların, İlhan Selçuk’un, Doğan Avcıoğlu’nun, daha nice ünlünün yer aldığı grubun bütün sırları, bütün planları, bütün toplantıları tüm ayrıntısı ile MİT’e Mahir Kaynak eliyle taşınmış.
Yeni Ortam o sayısında haberi kapaktan duyurdu.
Haftalık dergi ikinci baskı yapar mı? Biz üçüncü baskı bile yaptık; yine de yok sattık.
Bizimki Ankara’dan ağzı kulaklarında telefon etti:
- Patrona söyle bize ikramiye versin. Hak etmedik mi oğlum?
Patron birer buçuk maaş ikramiye verdi.
Bizimki yine telefon etti:
- Parayı sakın yeme lan… Yakında sen de, ben de nasıl olsa hapse düşeceğiz, o zaman ihtiyacımız olacak.
Dediği gibi de oldu…

***

22 yıl sonra onu böyle gülümseten ve gülümseyen anılarla yazıya taşımak istedim.
Bence iyi ettim…  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

25 ay 13 gün sonra 16 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları