Biri “Davos” toplantısı başlarken, diğeri de ardından yapılan iki konuşmanın yarattığı iyimserlik ve kaygı, aklıma Amenábar’ın Los Otros (Ötekiler) filmini ve Shakespeare’in Jul Sezar yapıtını getirdi.
Öldüğünü bilmeyenler
“Ötekiler” filmi öldüğünü bilmeyen, etrafındaki canlıları hayalet sanarak dehşete düşen, hayaletlere ilişkindi. Aynı “Davos men” gibi. “Davos men” küreselleşmenin öznesiydi; iradesinin önünde ülkelerin sınırları eriyor, devletler gücünü yitiriyordu; artık yalnızca liberal demokratik model (genel seçimler ve piyasalar) geçerliydi. Her yıl on binlerce dolardan-yüz binlerce dolara değişen faturaları ödemeyi kabul ederek bu tepede toplanıyorlar; dünyayı kendi arzularına göre nasıl şekillendirmekte olduklarını konuşuyorlardı. Gerçekteyse onlar, sermayenin bir kriz yönetme modeli olan küreselleşmenin ürünü, o modelin yalnızca taşıyıcılarıydılar.
Model tükendi, bir mali kriz küreselleşmeye noktayı koydu. “Davos men” de, taşıyacak bir şey kalmayınca öldü. Ama, öldüğü bilmeden hâlâ “yaşamaya” devam diyor. Gerçek dünyada, küreselleşmenin yıkıntıları altında, yaşayan, acı çeken gerçek insanların sağ popülizm, Brexit ve Trump biçimini alan tepkilerini, korkutucu ama eskimiş düşüncelerin, hayaletleri sanmaya devam ediyor.
Bu yıl, ana akım (hâlâ neoliberal) medya da, bu sanrıları, Davos’ta açış konuşmasını yapan Çin Devlet Başkanın Şi’nin küreselleşmeyi övdüğünü vurgulayarak güçlendiriyordu.
‘Sezar’ı gömmeye geldim...’
Gerçekteyse, Şi’nin konuşması Jul Sezar’da, Markus Antonius’un, “Ben Sezar’ı gömmeye geldim, övmeye değil” sözlerini anımsatıyordu. Antonius, bu sözlerle başladığı konuşmasında Sezar’ı eleştirirken aslında övüyor, katillerini de teşhir ediyordu. Şi de, konuşmasında, 27 kez değindiği küreselleşmeyi “övmeye geldim, gömmeye değil” derken aslında, adeta “Ben Davos’a küreselleşmeyi gömmeye geldim” diyordu.
Şi’nin konuşmasında ne sınırların erimesi var, ne de devletin önemini yitirmesi. Liberal demokrasi de yok. Yalnızca istediği ekonomik siyasi modeli uygulama özgürlüğüne sahip egemen devletlerden oluşan bir “ekonomik küreselleşme” var.
Geçen yıl, dünyanın en hızlı (tümü Çin malı) bilgisayarını, en büyük radyo teleskobunu, en uzun hızlı tren hattı ağını kuran; uzaya, ilk kuantum iletişim uydusunu gönderen, ekonomik büyüme hedeflerini tutturan, ekonomisini korumaya, planlamaya, sanayisini mali piyasalarını yönlendirmeye devam eden Çin, dünyanın tüm piyasalarının istediğini satmasına, yatırımı yapmasına, istediği şirketleri, teknolojiyi satın almasına açık olmasını istiyor. Şi, “Hiçbir ülke kendi modelini yüceltmemeli, başkasına dayatmamalı” derken de açıkça Davos men’i yaşatan ABD merkezli küreselleşmenin kurallarını hedef alıyordu.
Davos bittikten bir gün sonra, ABD’de Donald Trump’ın yemin töreni vardı. Trump’ın törendeki konuşmasında küreselleşme sözcüğü yoktu. Aksine, Trump liberal (küreselleşmeci) eliti, salt kendi çıkarını korumakla, halkı unutmakla, ülkeyi fabrikalar mezarlığına çevirmekle suçladı. Trump, artık “yeni bir düzen var” dedikten sonra ekledi, “on yıllarca kendi, sanayimizi değil başka ülkeleri zengin ettik, kendi ordumuzu değil başka ülkelerin ordularını mali olarak destekledik.” Trump, ABD ekonomisini koruyacağını, “Amerikan malı al, Amerikan işçisi çalıştır kuralına uyacağını”, “korumanın refah ve güç getireceğini” söyledi.
“Kendi yaşam tarzımızı kimseye dayatmayacağız” derken, ABD’nin dünyaya dayattığı “liberal-küreselleştirmeci” politikaların bittiğini vurgulayan Trump, tam aksi yönden gelerek Şi ile karşılaşıyordu. Bu karşılaşma belki bir dönemi, “Davos men”i tarihe gömüyor, ama korkarım aynı zamanda da bir köprüde iki keçinin karşılaşmasına benziyor.
‘Bir köprüde iki keçi’
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...