Dağılmanın ABD hegemonyası ile ilgili boyutuna pazartesi yazımda değinmiştim. Biri kurumsal diğeri bölgesel ve birbirleriyle ilişkili iki boyut daha var.
Batı’nın, ABD hegemonyası altında kurulan düzeninin güvenlik mimarisi, ABD’nin, nükleer silahlarına, dünyanın yüzeyine yayılmış üslerine, bu hegemonyanın kurumsal ifadesi NATO ittifakı üzerinde yükseliyordu. Bölge ise artık herkesin herkesle savaş halinde olduğu bir yangın yerine dönüşmüş olan Ortadoğu...
NATO - Ortadoğu
Doğu Bloku çöktükten sonra başlayan “NATO artık ne işe yarar” tartışması kısa sürede NATO’nun etkinlik alanı genişletilerek “aşılmıştı”. Ancak NATO, “Soğuk Savaş” dönemindeki önemini, “haklılığını” bir daha kazanamadı. Son yıllarda NATO üyelerinin çıkarları arasında oluşan ve genişlemeye devam eden çatlaklar, bu kurumun geleceğini, Batı’nın güvenlik mimarisini tehdit ediyor.
Pazartesi yazımda değinmiştim, ABD’nin Rusya’ya yönelik, ama aslında “Kuzey Akım 2” boru hattını hedef alan son yaptırımları, Almanya’nın ve genel olarak AB yönetiminin bunlara tepkisi, iki NATO üyesi ülke arasındaki çatlağın hızla açıldığını gösteriyor.
Salı günü Wall Street Journal, Kimse Almanya’dan bunu beklemiyordu başlıklı yazısında, Almanya’nın “Moskova’nın ikiyüzlülüğüne karşın, Amerika’nın AB’ye yardım etme, Avrupa’nın güvenliğini koruma çabalarına direnmesinden” yakınıyordu. ABD ile Almanya arasındaki bu gerginlik, boru hattı ve Moskova konusunda, ABD’nin yanında yer alan, ancak ülkesinde yargının bağımsızlığını kaldırmaya başladığı için AB’nin tepkileriyle karşılaşan bir başka NATO üyesi Polonya’yı içine çekiyor.
NATO içinde iki çatlak daha var. Referanduma giderken, AKP rejimi Almanya’yı Nazi politikalarını canlandırmakla suçlamıştı, sonra Almanya vatandaşlarını tutukladı, Alman parlamenterlerin İncirlik Üssü’ne erişimini engelledi, dev şirketlerini terörizme yardım etmekle suçladı. Almanya askeri varlığını Türkiye’deki üslerden çekmeye başladı. Alman dışişleri bakanı da “Türkiye ile ilişkilerin artık eskisi gibi devam edemeyeceğini” söyledi. AKP rejimi, Alman şirketlerine yönelik iddialarını geri çekti ama salı günü gazeteler, Almanya’nın Türkiye’yi hedef alan ekonomik adımlar atmaya başladığını yazıyordu.
Aynı gün, IŞİD’le savaşan koalisyondaki, ABD özel temsilcisi McGurk, Türkiye’yi 11 Eylül’den (!!!) bu yana on binlerce İslamcı teröristin Suriye’ye geçişine, silah transferine yardım etmekle, Suriye’nin Türkiye sınırında bir sığınak bölge oluşturmalarına göz yummakla suçladı. Türkiye de ABD’yi, bir terörist örgüt olarak kabul ettiği YPG’yi desteklemekle, arka çıkmakla suçluyor. Türkiye’nin, Rusya’dan, NATO sistemine entegresi mümkün olmayan S-400 füzelerini (kokpit.aero/s400-sitki-egeli) satın almaktaki ısrarı da bir başka sorun alanı yaratıyor.
Gerçekten de Suriye, NATO ile Ortadoğu bölgesini birbirine bağlayan platform. Gerek ABD, Saddam rejimini; NATO ittifakı Libya’yı yıktıktan, ABD-AB ekseni, Arap isyanlarından yararlanarak Suriye’yi yıkmaya kalkıştıktan sonra, artık tüm boyutlarıyla patlak veren, bir İran-Suudi Arabistan savaşı olasılığını gündeme getiren Şii-Sünni rekabeti; gerekse de İran-Rusya ile ABD arasındaki vekâlet savaşları, hep bu “platform” üzerinden yaşanıyor.
Muhammed bin Salman’ın yönetimindeki Suudi Arabistan, Sünni-Arap dünyasında, bir hegemonya atağı içinde İran’la, Yemen’den Suriye ve Irak’a vekâlet savaşlarına giriyor, Katar’da rejimi değiştirmeye çalışıyor; yakın bir dostu olduğu söylenen Omeir’ı, Fethullah’ı ziyarete göndererek, Katar’ı destekleyen AKP Türkiye’sine mesaj gönderiyor (Middle East Eye 31/07/17). Bu sırada İran, Suriye, Lübnan, Irak üzerinde bir nüfuz alanı hattı kurmaya çalışıyor. Bu iki rakip gerçek güçlerini çok aşan projelerle, ABD ve Rusya’yı da içine çekebilecek, bir sıcak savaşa doğru sürükleniyor. İsrail’i yöneten aşırı sağcı koalisyon, Suriye’de İranlı milisleri Hizbullah güçlerini bombalıyor, Hamas’ı, Filistinlileri yeni bir savaş yönünde tahrik ediyor.
Düzen dağılmaya devam ediyor... AKP Türkiye’si, adeta bu dağılmanın merkezinde ve nereye başvursa eli boş dönüyor...
‘Düzen’ dağılırken
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...