G20 liderlerinin çektirdikleri fotoğraf, “Titanic” kaptanlarının yola çıkmadan önce çektirdikleri fotoğrafı anımsattı. Bir farkla, dünya sisteminin “kaptanları” geminin rotasında en az iki “buzdağı” olduğunu biliyorlar: Küresel iklim krizi ve bir “Büyük Savaş”. Eğer kaptanlar, anlaşarak rotayı değiştirebilirlerse Titanic’in kaderini paylaşmayabiliriz.
Giderek artan sayıda bilim insanı, “küresel ısınma” sürecinde, artık geri dönülmez noktanın geçildiğini düşünüyor. Ancak dünyanın en “önemli ülkesi” ABD, Paris İklim Anlaşması’ndan çekiliyor. İngiltere’de Başbakan Theresa May de G20 toplantısına giderken küresel ısınma sorununun öncelikleri arasında olmadığını açıkladı. Kısacası şimdilik rota bu buzdağına doğru.
Diğer buzdağına gelince... Birincisi Suriye-Irak platformunda Musul ve Rakka kentlerini IŞİD’den temizleme süreci tamamlanırken, ABD, Rusya, İran güçleri birbirlerine çok tehlikeli bir biçimde yaklaşmaya, “sürtünmeye” başladılar. ABD, Rusya, İran, Türkiye çok girift ittifaklar zemininde çıkarlarını korumaya çalışıyorlar.
İkincisi, Kuzey Kore, 4 Temmuz’da (ABD’nin bağımsızlık günü) kıtalar arası, bir balistik füze denemesini başarıyla gerçekleştirdi. Böylece, Kuzey Kore ABD için yaşamsal tehlike yaratacak bir kapasiteye çok yaklaşmış oluyordu. ABD’nin kararlılığını Çin Denizi’ndeki yapay adalar etrafında sınamaya devam eden Çin, bu kez Kuzey Kore- Güney Kore platformunda da benzer bir fırsat yakalamış oluyor.
Dünya sisteminde, iki bölgede, hegemonyacı güçlerle, yeni yükselen güçleri, grift ittifaklar zemininde karşı karşıya geliyorlar (“Tükidides tuzağı” denen siyasi konjonktürün bir bileşeni). İkinci buzdağından (büyük savaş) sakınabilmek için işbirliğini, bu iki bölgede krizi yatıştıracak biçimde gerçekleştirmek gerekiyor.
Umut var ama…
Bu işbirliğini gerçekleştirmesini beklediğimiz liderlere, hatta “geminin” durumuna bakınca, Kafka’nın “Umut var ama bizim için değil” sözünü anımsamamak olanaksız. Bu kaptanlar ve bu gemiyle olmaz!
Gerçekten, büyük bir borç yükü, fazla kapasite sorunu gibi iki basınç altında ilerlemeye çalışan “geminin manevra alanı çok sınırlı”, bir mali kriz tüm “seyrüsefer aletlerini” felç etmeye yeter.
İşbirliği olasılığına gelince, en “önemli ülke”nin başında Trump var; adamın nasıl biri olduğu malum. Ancak, G20 toplantısı öncesinde, Varşova’da, ülkenin en gerici bölgelerinden, toplanarak meydana doldurulmuş kalabalık önünde yaptığı konuşma çok korkutucuydu.
Konuşmasında bir kez bile demokrasi sözcüğü geçmeyen, Trump’a göre Batı uygarlığı, (beyaz, Hıristiyan) “yaşamsal bir tehlike ile yüz yüze.” Tehlikenin kaynağında İslamcı terör, göçmenler, sekülarizm (aydınlanma geleneği), devletçilik (sosyal hizmetlere yönelik harcamalar, sermayeyi denetleme/vergileme) yatıyor. Polonya’nın II. Dünya Savaşı deneyimini vurgulayarak, Rusya’nın yanı sıra Almanya’yı da resmin içine alan Trump’ın konuşmasının, iki “büyük buzdağından” sakınmak için gereken işbirliğini sağlamak bir yana, hem dünya sistemini hem de “Batı” dediği şeyi bölmeyi amaçladığı görülüyordu.
Trump uygarlıklar çatışması fantezisiyle yaşamsal tehditlerden söz ederken, kimi yorumcular, ABD’den boşalan yeri, Almanya’nın, kimileri de Çin’in doldurmaya hazırlandığını düşünüyorlar. Çünkü, Almanya, Avrupa bağlamında, Çin, Kuzey Kore ve dünya mali sistemi bağlamında “vazgeçilmez ülke” konumuna yükseldi.
Böylece, “Tükidies tuzağının” girift ittifaklar bileşenine, yükselen güçler karşısında gerileyen gücün (önceki “vazgeçilmez” ülkenin) konumunu kaybetme korkuları ekleniyor. Tarih, bu koşullarda askeri/teknolojik dengedeki değişimin savaşa giden yolu kısalttığını gösteriyor. Geçen aylarda, Çin’in bilgisayar teknolojisindeki ilerlemelerin yanı sıra, “kuantum haberleşme” uydusuyla da öne geçtiğini okumuştuk. Geçen hafta Çin’in, bir “sessiz denizaltıyı” hizmete soktuğunu okuduk.
Evet, belki umut var ama, bu liderliklerle, bu ekonomik siyasi sistemin mantığıyla değil! En iyisi, Hamburg’da toplantıyı protesto etmek için toplanmış “çokluğa” bakmak...
Titanic’te G20 toplantısı
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...