Geçen hafta söz vermiştim. Komedinin usta ismi Celal Sururi’nin “üçleme takıntısı”nı anlatacaktım. Celal abinin bir huyu vardır; evden çıkarken sokaktaki üç çınar ağacına üçer kere vuruyor. Kadıköy’den Beyoğlu’ndaki tiyatroya geliyorlar. Celal abi kardeşi Ali Sururi’yi kenara çekiyor: “Ali ben evden çıkınca ağaçlara üçer kere vurdum mu?” diye soruyor. Ali abi, “Görmedim Celal Bey” diyor. Celal abi vapura biniyor, Kadıköy’e dönüyor, üç ağaca üçer kere vuruyor ve tekrar tiyatroya dönüyor. Tatlının tatlısı bir aktör bir ağabeydi.
ZEKİ-HÜSNÜ
Bazı rastlantılar insanın hayatını değiştirir. Şimdi anlatacağım hikâye tam da böyledir. Yıl 1950’lerin başı. Beyoğlu Mis Sokak. İstanbul’un tanınmış ailelerinden birinin oğlu olan Hüsnü Tatari bir kahvehanede çay içerken yoldan elinde küçük köpeği ve koltuğunun altında nota kâğıtlarıyla bir genç geçiyor. Hüsnü gence yaklaşarak “Köpeğinizi sevebilir miyim?” diyor. Konuşmaya başlıyorlar. Genç henüz 19-20 yaşlarında. Güzel Sanatlar Akademisi öğrencisi olduğunu, müzik dersleri aldığını söylüyor. Notre Dame de Sion Kız Lisesi’nin hemen arkasındaki sokakta oturuyormuş. Hüsnü, “Ben sizi bırakayım” diyerek az ötede park etmiş olan arabasına alıyor genci. Yolda konuşuyorlar. Devrin en büyük bestecilerinden ve klarnet üstadı Şükrü Tunar’ı tanıyor Hüsnü. Eve giriyorlar. Hüsnü Şükrü Bey’e telefon ediyor. “Gelin bana” diyor Şükrü Tunar. Gidiyorlar Tunar’ın evine. Sesine hayran kalıyor üstat. “Yeni bir beste yaptım, sen bunu plağa oku” diyor. Yeşilköy plak fabrikasında şarkı plağa okunuyor. Bir anda bomba gibi patlıyor gencin sesi. Hüsnü ve o genç yakın dost oluyorlar. Birlikte İtalya seyahati, geziler, yakın bir dostluk. Genç şarkıcı İstanbul Radyosu sınavını da kazanıyor ve o sıralar hep canlı yayın var. Devrin ünlü sanatçısı Perihan Altındağ Sözeri o gün hastalanıyor. Şükrü Tunar diyor ki: “Bir genç var, benim bestemi de okudu. Onu çağıralım.” O genç geliyor. İlk radyo canlı yayını. Dinleyenler bu sese hayran kalıyorlar. Bazen rastlantılar insan hayatında işte bu kadar önemlidir. Ama her zaman değil. Bazen... Şansı açılıyor gencin ve çok çok ama çok ilerliyor. Adı artık gazino neonlarının en başındadır. Ayrıca diğer sanatçılardan en az on kat büyük yazılmaktadır. Eğer o gün o sokaktan o genç geçmeseydi, Hüsnü Tatari onu görmeseydi belki o genç yine ünlü olacaktı, orasını bilemeyiz ama Zeki Müren olur muydu bilemeyiz. Bu hikâyeyi başka yerde bulamazsınız. Bana birinci ağızdan Ateşböceği Ercan anlattı. Ona da Hüsnü Tatari ve Şükrü Tunar anlatmışlar. Rastlantılar bazen böyle sonuçlar getirebilir. Ama hayat salt rastlantılara bırakılamayacak kadar ciddidir.
UMUR BUGAY
1968 yılıydı. Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu’ndan üç kişi ayrıldık. Tuncel Kurtiz, Aydın Engin, ben. Aydın Devri Süleyman diye bir oyun yazdı. Tuncer Necmioğlu ve Umur Bugay da bize katılınca beş ortak Halk Oyuncuları topluluğunu kurduk. Ankara’da ilk oyunumuz yasaklandı. Biz de oyunun adını Devri Küheylan yaparak oynadık. O da yasaklandı. Danıştay’a başvurduk. Karar olumlu çıktı ve oyunumuzu Danıştay Kararıyla Devri Süleyman olarak oynamaya başladık. Ankara Küçük Meydan Sahnesi’ni kiraladık. Sinema gibi, haftada 17 temsil oynamaya başladık. Hiç yer yoktu salonda. Biletlerimiz hemen bitiyordu. Her gün altı dokuz, çarşamba, cumartesi, pazar üç, altı, dokuz oynuyorduk. Dışkapı semtinde Turist Otel’de kalıyorduk. Bütün yaşamımız otel ve tiyatro arasında geçer olmuştu. Oda arkadaşım Umur Bugay’dı. Onu nasıl anlatacağımı bilemiyorum. Çünkü Umur’dan di’li geçmişle söz etmek zoruma gidiyor. Çok özel bir adamdı. Kafasını Süleyman Demirel gibi kazıtmıştı ve o rolü oynuyordu. Çok sempatikti ve zekiydi. Üç ay oda arkadaşlığı yaptık. Ona muzırlıklar yapardım. Küçük şeylerden korkardı. Makyaj kalemine misina bağlardım ve tam elini kaleme attığında kalem yürürdü. Çığlık atardı. Elbise dolabına bir gün Danyal Topatan’ı sakladım. (Çok korkunç yüz mimikli sinema oyuncusuydu.) Umur ceketini almak için dolabın kapısını açtığında Danyal’ı görmüştü. Eski bir oyundan kalma tabut vardı kuliste. Onun içine yine Danyal’ı koyduk bir gün. Umur odaya girdiğinde tabutun kapağı oynadı, açıldı ve beyaz beze sarılı Danyal çıktı. Umur tiyatrodan kaçtı. Buna benzer onlarca kötü şaka yaptım ona. Yıllar sonra artık hepimiz orta yaşı geçtik. Bir hafta bizim evde, bir hafta Umur’un evinde, bir hafta Kandemir’de, bir hafta Perran’ların evinde toplanıp eski günleri yad ediyorduk. Yazlığı Kınalıada’ydı. Bir gün denize girdi ve çıkmadı. Karaya vurmuş haliyle karşılaşıldı. İşte o gün sadece Umur gitmemişti, bütün güzel anılarımız da tıpkı boğulan gözyaşlarım gibiydi. Umur çok iyi bir yazardı ve çok büyük bir dosttu. Buraya sığmaz onunla ilgili anlatacaklarım. Bir güzel adamı daha yolcu etmenin üzüntüsü hep içimdedir. Ne kadar güzel ve ne kadar güldüğümüz günler geçirmiştik onunla. Artık yok. Evinin duvarında armağan ettiğim yapmış olduğum resmim duruyor ve o, bunu göremiyor artık. Ben de onu göremiyorum. Hayat böyle bir şey işte. Doğuyoruz, yaşıyoruz, gidiyoruz. O aradaki süreyi hep yararlı olarak yaşadı. Ne kadar iyi bir insandı.
KARAVANIM
Seksenli yılların başıydı. Bir film yapım şirketi kurdum. O zamanlar henüz karavan bilinmiyordu. Kendime Adapazarı’nda bir karavan yaptırdım. Bir gün Altan abi (Erbulak) küçük kızı Sevinç’le bana geldi. Karavan evin bahçesinde park etmiş duruyor. Sevinç bindi içine, bir daha inmedi. Altan abi sonra beni aradı. Sevinç’in karavan diye tutturduğunu söyledi. Ben de karavanı gönderdim. Sevinç aylarca onun içinde evcilik oynadı durdu. Sonra büyüdü. Bizim okulun tiyatro bölümünü kazandı. Pekiyi ile mezun oldu ve üne kavuştu. Çok iyi bir oyuncudur. Ana baba mesleğini en iyi yapanlardan oldu. Aradan yıllar geçti. Yıl oldu 2021. Mustafa’ya (Alabora) dedim ki: “Bir karavan kiralayıp Ege kıyılarını dolaşalım, seninle.” “Orhan’ı da alalım o kullansın” dedi. Orhan Topçuoğlu benim en sevdiklerimdendir. Devlet Senfoni’den emekli oldu ve her an Mustafa ile birlikte. İkisinin de evleri Şile’de. Harika bir ortamda yaşıyorlar. Eğer bir aksilik olmazsa mayıs sonu ya da haziranda bir gezi yapalım diyoruz. Karavanda yapamazsak bir otele gideriz. Ama karavan hayatı da ilgi çekici olsa gerek. Hayatını bununla geçirenler var. Bizim Volkan Konak (en sevdiğim özel müzik adamı) yaşamının büyük kısmını karavanda geçirdi.
Atatürk diyor ki: BİR DEVLETİN İSTİNAT ETTİĞİ ESASLAR “İSTİKLALİ TAM” VE “KAYITSIZ ŞARTSIZ” “HÂKİMİYETİ MİLLİYE” DEN İBARETTİR.