Olaylar Ve Görüşler

Küresel çevre sorunları ve flamingolar - Prof. Dr. İlhami KİZİROĞLU

18 Temmuz 2021 Pazar

Günümüzde yerkürede tüm canlıların yaşamını olumsuz yönde etkileyen en önemli çevre sorunu hava kirliliği ve iklimin değişmesidir. Bilindiği gibi sanayi devrimine geçiş süreciyle birlikte CO2 salınımı da artmaya başlamıştır. Eğer CO2 kontrollü ve ölçülü olarak salınır, doğal sirkülasyon bozulmazsa bu gaz bitki, özellikle ormanlık alan ve okyanuslar tarafından asimilasyonda kullanılır ve tüketilebilir. Okyanuslar, CO2 salınımının yüzde 23’ünü absorbe eder. Böylece küresel iklim değişimini azaltıcı rol oynar. Ancak atmosferden yoğun CO2’in alınımı ile okyanus asiditesi artar.

Böylece deniz suyunun pH değeri düştüğü için karbonat kimyası bozulur. Okyanus üst yüzey pH değeri son 30 yıl içinde, yaklaşık 0.1 birim azalmıştır. Bu durum sanayileşme öncesine göre asiditede yüzde 26 oranında bir artış demektir. CO2 salınımı şu andaki düzeyde gerçekleşmeyi sürdürürse BM (2019-2020) raporuna göre asidite içeriğinin yüz yıl sonuna kadar yüzde 100-150 oranında artması beklenecektir.

Bunun sonucunda hiç de arzu edilmeyen, denizel ekosistemlerdeki besin güvenliği tehdit altına girecek, balıkçılık ve akuvakültür yok olmakla karşı karşıya kalacaktır. Bu durum kıyı korunması ve turizmi de derinden etkileyecektir. Okyanuslardaki asidite artışı ile okyanusların CO2 alımı zayıflayacağı için küresel iklim değişimini azaltacak, önemli bir öğeden yararlanma olanağı da yok olacaktır.

DAKİKADA 14 HEKTAR YANIYOR

Sıcaklık artışını engelleyecek ikinci öğe olan orman ekosistemleri, yersiz ve anlamsız gerekçelerle tahrip ve yok edilmektedir. Oysa ormanlar sadece biyolojik çeşitliliğin kaynağı değil aynı zamanda havada bulunan CO2’in de kullanıcısıdır. Bu gazın olumsuz etkilerini atmosfer veya okyanuslarda birikmesini engelleyerek azaltmaktadır. Ancak doğanın akciğerleri olan ve karasal iklim kuşağındaki ormanlar başta olmak üzere, tropik orman ve Amazon ormanları yok edilmektedir.

Ülkemizde de olduğu gibi, küresel çapta, özellikle fosil yakıt, altın arama, madencilik ve diğer amaçlarla ormanların tahribi sürmektedir. Ayrıca Türkiye orman varlığının yüzde 56’sı (12.5 milyon hektar) yangına hassas bölgelerdedir. Özellikle kıyı kesimleri, haziran-ekim döneminde sürekli yangın tehdidi altındadır. Bu yangınların da yüzde 97-98’i insan eliyle çıkarılmaktadır. Türkiye ormanlarında 1937-2004 yılları arasında 1 milyon 561 bin 24 hektar ormanlık alan yanmıştır. Ortalama yıllık yanan orman alanı böylece 23 bin 299 hektarı bulmaktadır. Koruma altındaki milli parklarda, odun üretimine geçilmesi ise son derece sakıncalı ve yanlıştır.

Tropik ormanlar, dünya orman varlığının yüzde 15’ini oluşturuyordu. Bu ormanlarda maden ve fosil yakıt arama, hayvan otlatma, soya fasulyesi tarımı, palm yağı plantajları ve diğer monokültür tarımı yapılmaya başlandığından küresel tropik orman varlığı, yüzde 6-7 düzeyine inmiştir. Diğer ormanlık bölgelerde de durum farklı değildir. Son elli yılık dönemde, yılda 7.3 milyon hektar ormanlık alan yok edilmiştir.

BM 2020 yılı raporuna göre dünya ormanlık alanı 2000 yılında yüzde 31.9’dan, 2020 yılında yüzde 31.2’ye inmiştir. Bu da 100 milyon hektarlık orman alanı demektir. Hatta bu kayıp, 2010-2015 yılları arasında yıllık 12, 2015-2020 yılları arasında yıllık 10 milyon hektarı bulmuştur. Bu ise her dakikada yok olan 14 hektar ormana denktir.

BİR MİLYAR KİŞİYİ ETKİLEYECEK 

Ormanlık alanların kaybıyla CO2 salınımı artar, biyolojik çeşitlilik azalır, toprak bozulması ve erozyonu yükselir. İnsanoğlunun kontrolsüz ve filtre takmadan işlettiği çeşitli sanayi kollarından durmaksızın CO2 salındığından havadaki yoğunluğu sürekli artar. Kömür gibi yakıtlar, özellikle termik santrallar, tarım ve endüstriyel kaynaklı etkinlikler nedeniyle CO2 yoğunluğu 280 ppm’den, günümüzde 405.5 ppm sınırına dayanmıştır.

Örneğin sadece 2015-2017 arasındaki artış 400.1’den 405.5 ppm’ye kadardır. Bu artış iklim değişikliğini de çok hızlı ve olumsuz bir şekilde tetiklemiş ve yerküre yüzölçümünün yaklaşık yüzde 20’si 2000-2015 yılları arasında aktif çölleşme tehdidi altına girmiştir. Öyle ki şu anda karasal alanların yaklaşık 1/5’i çölleşme tehdidi ile karşı karşıyadır. Bu durum bir milyar nüfusu etkileyecek sonuçlar doğuracaktır (BM Raporu 2019, s. 18). Bunun önlenmesi için özellikle doğanın genetik kaynağını oluşturan ormanlık alanların korunması ve bu çok önemli ekosistemlerin sürdürülebilirliğinin sağlanması gerekir. Yoksa biyolojik çeşitlilik kaybı da çok süratli olacaktır.

Yerküredeki bitki ve hayvan populasyonunun izlendiği Kırmızı Liste (Rote Liste) endeksine göre son otuz yılda, çeşitli türlerin soyunun tükenme tehdidi altına girme oranı yüzde 10 artmıştır. Buna göre 31 bin türün soyu tükenme tehdidi altındadır. Bu endeks 1990’da 0.82’den 2015’te 0.75’e ve oradan da 2020’de 0.73’e azalma göstermiştir. Bu arada 1 değeri hiçbir türün soyunun tükenme tehdidi altında olmadığını gösterir, 0 ise o türün soyunun tükenmiş olduğunu ifade eder. Doğa tahribatı günümüzdeki düzeyde sürdürülürse bu endeks 2030’da 0.70’e inecektir. Bunda yanlış tarım, yanlış ormancılık (ormansızlaştırma), yanlış sanayi uygulamaları sonucu iklim değişimleri ve işgalci türlerin yaygınlaşması rol oynar.

ŞİMDİ SORMAK LAZIM

Örneğin Konya Ovası ve bölgedeki yanlış tarım uygulamaları yüzünden, zaten susuzluktan can çekişen Tuz Gölü’nde düzenli kuluçkaya yatmakta olan ve dünya nüfusunun 1/7’sinin ülkemizde olduğu flamingoların yavruları kırıma uğramış ve binlercesi ölmüştür. Buna da kuluçka bölgesini besleyen alana su taşıyan kanalların, bir setle kapatılarak su girişinin engellenmesi yol açmıştır. Şimdi sorma zamanıdır:

Bu sonuçların ortaya çıkma tehlikesinin olduğunu haykırarak belirten insanlar mı, yoksa bunlara kulak tıkayan kurum ve kuruluşlar mı suçludur? Kuruluşların büyük günahı olduğunu belirtmek isterim. Neden? Çünkü bölgedeki susuzluğa uygun ürün seçme zorunluluğu, uygulamada göz ardı edilmiş ve bununla ilgili önlemler alınmamış ve düzenli kontroller yapılmamıştır.

Yeraltı su kaynakları büyük bir umursamazlıkla heba edilmiş, binlerce artezyen vurularak zaten yağış ve su fakiri olan bölgede, susuz tarım teşvik edilmemiş ve zorunlu tutulmamış, bu yüzden yöre halkı gölü besleyen su kanallarını da kapatmıştır. Böylece flamingo yavrularının kitle halinde ölümüne yol açılmıştır. Ümit ederiz böyle bir sonuç son kez yaşanır ve tekrarlanmaz. Buna engel olmak ve soyu tükenme tehdidi altındaki türleri koruyabilmek için tarımsal faaliyetler, endüstri, ticaret ve diğer sektörlere bağlı olarak ortaya çıkan risklerin azaltılması veya ortadan kaldırılması gerekmektedir.

BİYOLOJİK ÇEŞİTLİLİK AZALIYOR

Görüldüğü gibi günümüzde biyolojik çeşitlilik çok hızlı bir şekilde azalmaktadır. Dünya genelinde biyolojik çeşitlilik için önemli olan karasal alanlar, tatlı su ve dağlık bölge ekosistemlerindeki azalma 2000-2010 yılları arasında yüzde 10, 2010-2018 arasında ise yüzde 2-3’ü bulmuştur. Böyle giderse biyolojik çeşitlilik için çok önemli olan bu alanlardaki azalma oranının, 2030 yılına kadar yüzde 50 düzeyine ulaşması kaçınılmazdır (BM 2019-2020). Dünya iklimini korumaya yönelik amaç taşıyan 11 Aralık 1997 tarihindeki Kyoto İklim Değişimi Protokolü, 2005 yılında antlaşma olarak yürürlüğe girmiştir. Türkiye Kyoto Protokolü’nü 2009 yılında imzalamıştır. 2011 Aralık ayında ise 191 ülke bu antlaşmaya taraf olmuştur.

Kyoto Protokolü, daha 2001 yılında, en fazla sera gazı ve CO2 üreten ABD’nin protestosuna yol açmıştır. Sonuçta küresel sera gazları ve CO2 salınımının büyük bir bölümünden sorumlu olan ABD, protokolü reddetmiştir. Kanada ise protokolü önce imzalamış ancak bir hafta sonra imzasını geri çekmiştir. İmzacı ülkeler, iklim değişikliğinin en önemli etken maddesi olan, adı geçen gazların miktarını 2008-2012 zorunlu indirim döneminde yüzde 5.2 azaltarak 1990 yılı düzeyine çekmeyi kabul etmişlerdir. 20 Nisan 2020’ye kadar ikinci Kyoto Protokülü’ne sadık kalan ülke sayısı 136’ya inmiştir. Bu ülkeler 2020 yılından sonraki sürecin nasıl işleyeceği ile ilgili olan Paris Antlaşması’nı da imzalamışlar, böylece sera gazları ve CO2 salınımını kontrol altına almayı taahhüt etmişlerdir.

Paris Antlaşması’nda yerküredeki sıcaklık artışının 2 hatta 1.5 oC ile sınırlandırılması hedeflenmiştir. 2015 yılındaki Paris Antlaşması’ndan sonra geçen 5 yıllık sürede, taraf olan ülkeler milli iklim ve CO2 salınımını indirgemek zorundadır. Ancak küresel sıcaklığın artışını önleyici olarak CO2 salınımının azaltılması konusunda verdikleri sözü hiçbir ülkenin tutmadığı görülmektedir. Bu yüzden de 1990 yılından bu yana, sera gazı salınımı yüzde 41 oranında artış kaydetmiştir ve artmayı da sürdürmektedir. Önümüzdeki on yıllık sürede de bir değişiklik olmazsa yerkürenin sıcaklığında, 1.5 oC’lik bir artış daha beklenecektir.

Bu üst üste sıcaklık artışları, dönüşü olmayacak felaketlere neden olacaktır. Çünkü fosil kaynak rezervlerini elinde bulunduran ABD, Rusya, Suudi Arabistan ve Avustralya, alınması düşünülen her türlü önlemi bloke etmeyi, göz göre göre sürdürmektedir. ABD, Kanada ve Avustralya, BM’nin iklim sözleşmesini imzalamamakla, dünya iklimini bozmayı sürdüreceklerini de kabul etmişlerdir.

YOK OLUŞ SÜRECİNE DOĞRU

Çevrenin bozulan ve bozulmayı sürdüren doğal taşıma kapasitesi, insanoğlunun bir çeşit yok oluş sürecine girdiğini bize gösteriyor. Avrupa Toprak Bürosu’nun verdiği bilgiye göre her gün bin kilometrakarelik tarım arazisi yok olmaktadır. Bunda yol yapımı, şehirlerdeki betonlaşma ve endüstriyel alanların genişletilmesinin rolü büyüktür. Ayrıca kullanılan yoğun kimyasallar toprak ve sulak alan mikroorganizma fauna ve florasını diğer bir ifadeyle mikrokozmosu, tamamen tahrip edip toprağı verimsizleştirmekte ve sulak sistemleri müsilaj gibi tehlikelerle karşı karşıya getirmektedir.

Ancak kendilerini yerkürenin en güçlüsü oldukları düşüncesine kaptıran bazı ülkeler, böyle giderse 2050 yılında dünyanın sonunun geleceğini neden görmek istemiyor? Örneğin dünya nüfusunun sadece 1/16’sını oluşturan ABD, dünyada üretilen enerjinin yüzde 50’sini tüketiyor. Gelişmekte olan ve fakir ülkeler de geri teknolojiler kullanarak çevreyi bozma sürecinde ABD’yi örnekleyecek olurlarsa bu süreç 2050’yi bile bulmadan tamamlanacaktır. Oysa hammadde ve yenilenemeyen kaynaklardaki azalma, tüm insanlığı ilgilendirmektedir.

Dünyadaki kontrolsüz nüfus artışına bağlı iyi beslenememe ve ortaya çıkan açlık sorunu, tüm geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin çözmesi gereken bir olgudur. Nüfus artışı ile doğrudan ilişkisi olan endüstriyel kirlenme ve çevre yıkımı, insanoğlunun öncelemesi gereken olaylar zinciridir. Tüm sektörlerde acımasızca kullanılan kimyasallardan (pestisit ve herbisitler gibi) kaynaklanan kirlenme, hava ve sulak alanları geri dönülemeyecek düzeyde olumsuz etkilemektedir. Dünya nüfusunun neredeyse yarıya yakın bir bölümü, temiz su kaynaklarına ulaşmada güçlük çekmekte ve bu yüzden ölümle sonuçlanan birçok hastalık ortaya çıkmaktadır. Adı geçen gazlardaki kontrolsüz artış, günümüzdeki gibi sürecek olursa dinozorların yok oluş sürecinin, tüm insanlık için de geçerli olacağının ve yedinci küresel yıkımdan hiçbir canlı varlığın kurtulamayacağının bilinmesi gerekir. Bunun için de son tarih 2050’li yıllardır.

ALINACAK ÖNLEMLER

Doğanın temiz enerji kaynakları, hızla devreye sokulmalı ve bu amaçla yeni gelişmelere yatırım yapılmalıdır. Bunları kısa, orta ve uzun vadeli planlamalarla gerçekleştirme yoluna gidilmelidir. Doğada tüm insanlığın gereksinimini karşılayacak miktarda temiz enerji bulunmaktadır. Yeter ki bunun elde edilmesi için yeni teknolojilere yatırım yapılmasını engelleyen karteller bu işten ellerini çeksinler ve bütünleşik bir dünya görüşü ile hareket etsinler. Bu bağlamda Avrupa’nın ikinci büyük solar enerji kapasitesine sahip olan ülkemizin güney bölgelerinde yoğun bir şekilde güneş enerjisinden yararlanılmalıdır. Almanya geçen yıllarda elektrik enerjisinin yüzde 20-22’sini solar enerjiden elde etme başarısını göstermiştir.

Bizim ülkemizde bu oran çok düşüktür. Yenilenebilir enerjideki en son gelişmiş teknoloji ve bu kaynakların sürdürülebilirliğinin sağlanması gerekir. Uygun dönemlerde üretilen enerjinin, depolanma yöntemleri geliştirilmelidir. Bunun için yapılacak yatırımlar, ilk planda yüksek gibi görünse de uzun vadede hammaddesi bedava olan bu kaynaklardan elde edilecek enerjinin kullanımı, çok düşük maliyetli olacaktır. Yeşil enerji teknolojilerinin geliştirilip yaygınlaşması ile insanlığın sonunun gelmesi de önlenecektir.

PROF. DR. İLHAMİ KİZİROĞLU

OSTİM TEKNİK ÜNİVERSİTESİ



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları