Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Av Yasağı Bitiyor: Cennet Mavi Vatan Tehdit Altında, Sürdürülebilir Balıkçılığın Sonu mu Geliyor?
Balıkçılar gün sayıyor, 1 Eylül yaklaşıyor. Yasak kalkacak, ağlar denize inecek. Türkiye, üç yanı denizlerle çevrili bir cennet… Övünüyoruz ama bu mavi bolluğu doğru yönetebiliyor muyuz?
Örneğin aynı deniz mi bu üçü? Akdeniz’in yakıcı sıcağıyla Karadeniz’in serin suları bir mi? Akdeniz’in 25-30 derecelik su sıcaklığıyla Ege’nin 20 derecesi, Marmara’nın, Karadeniz’in bambaşka iklimi, hepsinin bir kefede yönetilmesi mümkün mü?
Balıklar suyun sıcaklığına göre yaşar, ürer, göç eder. Ama biz ne yapıyoruz? Aynı tarihlerde av yasağını başlatıp aynı tarihlerde bitiriyoruz. Denizlerin ritmi farklı, ama yasaklar aynı. Bu tür bir toptancı yaklaşım, genel olarak balıkçılığımıza da, kıyı balıkçılığına da zarar veriyor.
Küresel ısınma, sadece hava sıcaklıklarını değil, denizlerimizin hassas dengesini de derinden etkiliyor. Dünya genelinde deniz yüzeyi sıcaklıkları rekor seviyelere ulaşırken, Avrupa Birliği Copernicus İklim Değişikliği Servisi verilerine göre Mart ayında küresel ortalama deniz suyu sıcaklığı 21,07 derece ile tüm zamanların en yüksek değerine çıktı. Dahası, en sıcak 100 günün 94'ü 2024 yılında yaşandı.
Bu endişe verici tablo, Türkiye'nin üç tarafını saran denizlerde de kendini gösteriyor. 2023 yılında, denizlerimizdeki ortalama su sıcaklıkları uzun yıllar boyunca ölçülen değerlerin üzerine çıktı. Karadeniz'de ortalama sıcaklık 15,3 dereceden 16,8 dereceye, Marmara Denizi'nde 15,7 dereceden 17,6 dereceye yükseldi. Ege Denizi 18,7 dereceden 20,5 dereceye, Akdeniz ise 21,5 dereceden 22,6 dereceye ulaştı. Bu artışlar, belki ilk bakışta küçük görünebilir, ancak deniz ekosistemleri üzerinde büyük ve kalıcı etkiler yaratıyor.
Sıcaklık artışları, denizlerimizin biyolojik çeşitliliğini de değiştiriyor. Eskiden sadece sıcak sulara özgü olan pek çok tür, artık daha serin denizlerimize doğru yayılıyor. Örneğin, mavi yengeçler ve jumbo karides gibi türler, şimdi Karadeniz'in sularında bile görülmeye başladı. Uzmanlar, Türkiye sularındaki yabancı tür sayısının 500'ü aştığını ve bu sayının hızla artmaya devam ettiğini belirtiyor. Karadeniz'de yaklaşık 30, Marmara'da ise 100'den fazla yabancı tür tespit edilmiş durumda. Eğer bu eğilim devam ederse, yabancı türlerin sayısı yerli türleri geçebilir ve bu da ekosistemlerde geri dönüşü zor hasarlara yol açabilir.
Küresel ısınmanın tetiklediği bu değişim, denizlerimizi balon balığı gibi, aslan balığı gibi istilacı balık türleriyle karşı karşıya bırakıyor. Kızıldeniz'den Akdeniz'e, oradan da Marmara ve Karadeniz'e yayılan istilacı türler, yerli balık popülasyonlarını tehdit ediyor. İstilacı balıkların yerli popülasyonlar üzerinde kurduğu baskı ve alan hakimiyeti, deniz ekosistemlerimizi geri dönüşü zor bir yola sürüklüyor.
Bilim insanları ve akademisyenlerden destek alarak, bu türlere karşı etkili politikalar geliştirmek zorundayız. Akdeniz’deki kıyıdaş ülkeler de bu tehditle mücadele ediyor; bu konuda işbirliği yapılmalı, arama konferansları düzenlenmeli. Bu türlerin sadece bizim kıyılarımızı değil, Akdeniz'deki diğer ülkelerin kıyılarını da tehdit ettiğini unutmamalıyız.
Marmara Denizi, değişimin en belirgin yaşandığı bölgelerden biri. Son 20 yılda, Marmara'nın yüzey suyu sıcaklığı her yıl ortalama 0,05 derece artış gösterdi. Bu ısınma, balıkların üreme ve göç döngülerini altüst ediyor. Normalde ilkbaharda üreme için Akdeniz'den Karadeniz'e göç eden palamut ve lüfer gibi türler, sonbaharda kışlamak için geri dönüyorlardı. Ancak su sıcaklıklarının yüksek seyretmesi, bu göçlerin zamanlamasını geciktiriyor. Eskiden Eylül ayında Marmara'da görülen bu balıklar, artık Ekim ayını bekliyor. Bu gecikme, hamsi ve istavrit gibi türler üzerinde av baskısını artırırken, palamut ve lüferin besin kaynaklarının da tükenmesine neden oluyor. Sonuç olarak, balıkçılıktaki bu dengesizlik hem ekonomik hem de ekolojik açıdan ciddi tehditler oluşturuyor.
***
Marmara Denizi, bir zamanlar hayat dolu mavi bir cennet iken, bugün kıyı şehirlerinin atıklarıyla adeta bir foseptiğe dönüşmüş durumda. Şehirlerin kanalizasyonları, denizlere vahşice boşaltılıyor. Karadeniz’de de manzara farklı değil; kıyısındaki şehirler, denizi atıklarla boğuyor. Ege ve Akdeniz de benzer bir kaderi paylaşıyor. Arıtma tesislerinden geçmeyen, biyolojik arıtmaya uğramadan doğrudan denizlere aktarılan atıklar, sularımızı zehirliyor.
En azından kaba bir filtrelemeyle bu kirliliği azaltmak mümkünken, ne yazık ki bu bile çoğu zaman yapılmıyor. Denizlerimizi korumak için atılması gereken adımların en başında, kıyı şeridindeki şehirlerin, ilçelerin ve sanayi kuruluşlarının atıklarını arıtmadan denizlere bırakmasnı önlemek geliyor.
Bu noktada Karadeniz, büyük bir çevresel tehditle karşı karşıya: Tuna Nehri. Avrupa’nın sanayi atıkları ve ağır metallerini Karadeniz’e taşıyan bu dev su yolu, bölgedeki ekosistemi ciddi şekilde tehdit ediyor. Mavnalar, tekneler ve gemiler tarafından denize bırakılan atıklar, kontrolsüz ve acımasız bir şekilde denizleri kirletiyor. Bununla ilgili müeyyidelerin güçlendirilmesi şart… Bu durum, yalnızca Türkiye’yi değil, tüm Karadeniz’e kıyısı olan ülkeleri etkiliyor. Bu nedenle, acilen uluslararası işbirliği yapılmalı; komşu ülkelerle ortak deklarasyonlar ve konferanslar düzenlenerek bu tehdide karşı stratejiler geliştirilmelidir. Ayrıca, Avrupa Birliği’nin bu konuda sunduğu destekleyici fonlar etkin bir şekilde kullanılmalı ve denizlerimizin korunması için değerlendirilmeli.
AB’nin desteği elbette önemli, ancak aynı zamanda Tuna Nehri’nin kirletilmesinin önüne geçilmesi için kendi sorumluluklarını da yerine getirmeleri gerekiyor…
***
Denizlerimiz sadece atıklarla değil, bilinçsiz avcılıkla da tükeniyor. Lüferin yok olma noktasına geldiği bir dönemde, 25 santimlik koruma yasası sıkı bir şekilde uygulanınca lüfer geri döndü. Ancak bu başarı, denizlerimizdeki yüzlerce türü geri getirmeye yetmedi. Bu kadar zengin bir biyoçeşitliliğe sahipken, büyük çoğunluğunu kaybettik. Oysa ki gerçekçi ve katılımcı bir anlayışla düzenlenmiş av yasalarıyla, bu kaybolan türleri yeniden kazanabiliriz. Mevcut yasaklar ise bilim insanlarının görüşleri alınmadan, sadece politik amaçlara hizmet edecek şekilde düzenleniyor. Denizlerimizde koruma alanları oluşturmak, özellikle Marmara Denizi gibi balıkların yumurtlama noktalarına gözümüz gibi bakmak zorundayız. Marmara Denizi, balıklar için doğal bir akvaryum gibi korunmalı,aksi taktirde geriye içinde yaşam olmayan bir su kütlesinden başka bir şey kalmayacak.
***
Trol avcılığı ve bilinçsiz balıkçılık da denizlerimizi tüketiyor. Ağların denizin dibini kazıyarak balıkların yaşam alanlarını yok etmesi, balıkçılığımıza geri dönüşü olmayan zararlar veriyor. Bu avlanma yöntemi, küçük büyük demeden her şeyi topluyor, üstelik çoğu balık satılamayıp çöpe gidiyor.
Oysa, örneğin ağların aralıkları geniş tutulsa, küçük balıklar kurtulabilir, nesillerini sürdürebilirler. Ancak biz, bütün balıkları bir araya toplayarak aslında geleceğimizi yok ediyoruz. Trol avcılığı ama’sız, fakat’sız, kesinlikle yasaklanmalı. Devlet buna göz yummamalı. Av sezonu ise 180 günle sınırlandırılabilir. İklim değişikliği nedeniyle balıkçılık sezonunun başlangıcı da bir, bir buçuk ay kadar ertelenerek örneğin 15 Ekim’e kaydırılabilir. Bu şekilde balıklara da kendilerini toplayacak zaman verilmiş olur.
***
Balıkçılığımız yoğun olarak kıyı balıkçılığına hapsedilmiş durumda. Kıyılarımızda sıkışıp kalmış, açık denizlere açılamıyoruz. Okyanuslarda, denizaşırı sularda avlanan ülkeler varken, biz neden bunu yapamıyoruz? Teknik yeterlilikler, altyapı eksiklikleri, malzeme ve personel yetersizliği bu sorunun başlıca sebepleri. Oysa denizlerimizdeki bu kısır döngüyü kırabiliriz, yeter ki doğru adımlar atılsın.
Bunun yanı sıra, kıyı balıkçılığı yapanların özellikle akaryakıt ve ağ temini konusunda desteklenmesi gerekiyor. Her av sezonu başlamadan önce, balıkçılar günlerce ağlarını tamir ediyorlar ve söz konusu tamiratlar ağların gözeneklerinin sıkılaşmasıyla sonuçlanıyor. Bu, yalnızca balıkçılık verimini düşürmekle kalmıyor, aynı zamanda küçük balıkların yakalanma riskini de artırarak denizlerimizdeki biyolojik çeşitliliğe zarar veriyor. Devletin bu durumu göz ardı etmemesi gerekiyor. Yeni ağlar alabilmeleri için balıkçılara teşvik verilmesi ya da ağ tamiri konusunda belirli standartlar getirilmesi şart. Ayrıca, balıkçıların bu konuda bilinçlendirilmesi, sürdürülebilir balıkçılığın en önemli adımlarından biri olmalı. Balıkçılığımızı geleceğe taşıyabilmek için hem açık denizlere açılmalı hem de kıyı balıkçılığını destekleyerek sürdürülebilir bir şekilde yürütmeliyiz.
***
Balıkçılık faaliyetlerinde kullanılan teknelerin depolarında soğutma sistemlerinin bulunması, avlanan balıkların tazeliğini ve niteliğini koruması için elzemdir. Hava soğumadan av sezonunun başladığı zamanlarda, bu soğutma sistemlerinin eksikliği, balıkların çabuk bozulmasına ve tüketiciye ulaşana kadar nitelik kaybetmesine yol açıyor. Bu, hem balıkçıların emeğinin karşılığını almasında hem de tüketicilerin sağlıklı balığa ulaşmasında engel teşkil ediyor. Bu nedenle, balıkların soğuk muhafazasını sağlayacak sistemlerin teknelerde kurulması bir zorunluluk haline getirilmeli.
***
Türkiye’deki balıkçılığın yarısı kayıt dışı. Avlanan balığın miktarı, kimlerin ne kadar balık tuttuğu ve ne kadar vergi verdiği belirsiz. Bu durum, hem ekonomik kayıplara neden oluyor hem de denizlerimizdeki kaynakların doğru bir şekilde yönetilmesini imkansız hale getiriyor. Şeffaf ve adil bir denetim sistemi kurulmadığı sürece, denizlerimizdeki bu düzensizlik devam edecek. Oysa denizlerimizi ve balıkçılığımızı korumak için radikal adımlar atmak zorundayız; yarın çok geç olabilir.
***
Türkiye, denizcilik konusunda köklü bir tarihe sahip olmasına rağmen, denizcilik bakanlığına uzun yıllardır sahip değil. 1924 yılında kurulan Bahriye Vekaleti, ülkemizin denizcilik meselelerine doğrudan odaklanan bir bakanlıktı. İhsan Bey’in Bahriye Vekili olarak atanmasıyla, denizcilik alanında önemli adımlar atılması bekleniyordu. Ancak, İnönü ile İhsan Bey arasındaki çekişmeler, bu bakanlığın ömrünün kısa kalmasına yol açtı. 1927 yılında, Bahriye Vekaleti lağvedildi ve Türkiye, üç yanı denizlerle çevrili olmasına rağmen, bir denizcilik bakanlığından yoksun kaldı.
1990'lı yıllarda SHP-DYP koalisyonu sırasında, denizcilik meselelerine odaklanmak amacıyla “Denizcilikten Sorumlu Devlet Bakanlığı” kuruldu. Ancak bu girişim de uzun ömürlü olamadı. Koalisyonun içindeki siyasi çekişmeler, bakanlığın tam anlamıyla işler hale gelmesini engelledi ve sonunda bu çaba da unutulup gitti.
Aradan geçen yıllar boyunca, denizcilik bakanlığının yeniden kurulması defalarca gündeme geldi ama hiçbir hükümet bu adımı atamadı. Bugün, Denizcilik Bakanlığı'nın tekrar kurulması gerektiği her zamankinden daha açık. Geçmişin eksikliklerinden ders alarak, denizlerimizi koruyacak ve geleceğe taşıyacak bir yapıya acilen ihtiyaç var. Bu, yalnızca denizlerimize olan borcumuz değil, aynı zamanda sürdürülebilir bir geleceğin de temel şartlarından biridir.
***
Balıkçılıkta sürdürülebilirliğin sağlanması ve denizlerimizin korunması için sadece devletin değil, sivil toplum kuruluşlarının da güçlendirilmesi gerekiyor. Özellikle balıkçılar ve balıkla beslenen tüketicilerin yeni örgütlenmelere gitmesi büyük önem taşıyor. Ancak ne yazık ki, Türkiye'de bu alandaki sivil toplum kuruluşlarının sayısı ve etkinliği oldukça sınırlı. Denizlerimizi ve kıyılarımızı korumaya yönelik çabalar cılız kalıyor. Halbuki temiz deniz ve temiz kıyılar, denizlerin bolluk ve bereketini korumak için hayati önem taşıyor ve sürdürülebilir balıkçılığın devamı için gerekli zemini sağlıyor. Kıyıların işgal edilmemesi, yapılaşmaya açılmaması ve bu alanların kamu malı olduğunun hem devlet hem de halk nezdinde içselleştirilmesi gerekiyor. Ne yazık ki, genellikle ciddi çevre felaketleri yaşandıktan sonra bu gerçekler fark ediliyor. Oysa önleyici adımlar gerek devlet gerekse güçlü ve etkili sivil toplum kuruluşları tarafından atılsa, denizlerin kirletilmesi ve kıyıların yağmalanması engellenebilir. Kıyılarımıza bir çivi çakmadan önce defalarca düşünmek, çevreyi koruma bilinciyle hareket etmek zorundayız.
İşin en garip yanı, dört tarafımız denizlerle çevrili olmasına rağmen, denizcilikle ilgili faaliyet gösteren derneklerin sayısı parmakla sayılacak kadar az. Kıyısı olan ilçelerin, köylerin, beldelerin ve şehirlerin denizle ilişkilendirilebilecek sadece birkaç derneği var. Bu durum, gerçekten acı ve düşündürücü. Oysa deniz, hayatın kaynağıdır; buradan besleniyoruz, buradan geçim sağlıyoruz. Denizlerimizin geleceğini güvence altına almak, sadece devletin değil, hepimizin ortak sorumluluğudur. Sivil toplumun bu konuda daha güçlü ve örgütlü bir şekilde harekete geçmesi, denizlerimizin korunması için elzemdir.
Bu nedenle, Prof. Dr. Bayram Öztürk tarafından kurulan ve Karadeniz’in biyoçeşitliliğinin önemiyle ilgili toplumsal farkındalığı arttırmayı amaçlayan “Gözüm Sende Karadeniz” ya da İstanbul Boğazı Çalışmaları gibi çok sayıda projeyi ve çalışmayı yürüten Türk Deniz Araştırmaları Vakfı (TÜDAV) veya 1994’te Rahmi M. Koç’un kurucu başkanlığında başlatılmış bir sivil toplum hareketi olan DenizTemiz Derneği (TURMEPA) gibi örnekler, ülkenin dört bir yanında çoğaltılmalı ve model alınmalı.
Bu da yetmez; denizlerimizi korumak için özel devlet politikalarına ve siyaset üstü yaklaşımlara ihtiyaç var. Sivil toplum örgütlerinin desteklenmesi, teşvik edilmesi ve üniversitelerle işlevsel ve organik ilişkiler geliştirilmesi gerekiyor. Denizcilik bölümlerinin sayısının artırılması, bu alanda çalışan denizcilerin yetiştirilmesi ve toplumsal bilincin yükseltilmesi, denizlerimizin geleceği için atılması gereken önemli adımlar arasında yer alıyor. Bu bilinçlenmeyi sağlamak için kamu spotları, konferanslar ve arama toplantıları gibi farkındalık yaratacak kampanyaların düzenlenmesi de kritik önemde. Mavi bayrak taşıyacak kaliteli sulara kavuşmamız, sadece denizlerimizin değil, kaybettiğimiz balık türlerinin de geri gelmesi anlamına gelir. Bunun için, İtalya, Fransa, Portekiz ve hatta Yunanistan'ın denizlerini nasıl koruduğunu incelemeli ve benzer adımları hızla hayata geçirmeliyiz. Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok; sadece doğru politikalarla denizlerimizi yeniden canlandırmalıyız.
Balıkçılar kadar tüketiciler de bu süreçte aktif rol almalı; zira sağlıklı deniz ürünlerine erişim, sadece bugünün değil, gelecek nesillerinin de zeka gelişimi ve sağlığı için kritik. Deniz ürünleri, yüksek fosfor içeriği ve Omega-3 gibi besleyici değerleriyle zeka gelişiminde önemli rol oynuyor. Ayrıca, Türkiye’nin yaygın sorunlarından biri olan kalp ve damar hastalıklarına karşı da deniz ürünleri güçlü bir koruma sağlıyor. Denizlerimizden elde edebileceğimiz zengin protein kaynakları, kırmızı ete ulaşamayan kesimler için hayati önem taşıyor.
***
Denizlerimizi kirleten ve balıkçılığımızın geleceğini tehdit eden en büyük sorunlardan bir diğeri de balık çiftlikleri olarak karşımıza çıkıyor ne yazık ki. Doğal deniz yaşamını korumak yerine, onları “bitirdikten” sonra, kolay yolu seçerek balık çiftliklerine yöneliyoruz. Ancak bu çiftlikler, denizlerin kimyasını bozmakla kalmıyor, aynı zamanda doğal balık popülasyonlarına, yumurtlayabilme özelliklerine da büyük zarar veriyor. Avrupa'da bu konuda çok sıkı düzenlemeler var; hatta birçok ülkede balık çiftlikleri denizleri kirlettiği ve balık neslini tehlikeye attığı için yasaklanmış durumda. Biz ise kıyılarımıza sadece 100-200 metre mesafede bu çiftlikleri kurabiliyoruz!
Balık çiftliklerinde yetiştirilen balıklar, genellikle antibiyotik ve hormon içeren yemlerle besleniyor. Bu balıklar, denizde serbestçe yaşayan balıklarla besin kaynaklarını paylaşarak onların doğal gelişimini engelliyor. Denizlerdeki doğal hayatın kendine özgü döngüsünü bozan bu çiftlikler, balıkların üreme yeteneklerine de zarar veriyor.
Ayrıca, çiftlik balıkları haksız rekabetin de kaynağı oluyor. Deniz balığı diye satılan iri çiftlik levrekleri, karagöz ve sinarit gibi türler, gerçek deniz balıklarıyla aynı fiyata satılıyor. Bu “kandırılma” ise tüketicilerin çiftlik balığı ile deniz balığını ayırt edememesinden kaynaklanıyor. Konfüçyus’un dediği gibi, "Bir kişiye iyilik yapmak istiyorsan ona balık verme, balık tutmayı öğret." Bunu öğretemediğimiz için balık çiftliklerinin de katkısıyla, hem denizlerimizin doğal yaşamını tehlikeye atıyor hem de ekosistemimize geri dönülmez zararlar veriyoruz. Bu konuda yeterli denetim yok; sadece şikayet üzerine müdahale ediliyor, o da çoğu zaman yetersiz kalıyor.
Üstelik balık çiftlikleri, sadece denizleri değil, Anadolu'daki gölleri de hedef almış durumda. Bu çiftlikler, denizlerin değil, kısa vadeli çıkarların ürünüdür ve ne yazık ki biz, bu çiftliklerle geleceğimizi tüketiyoruz. Ne denizleri yönetebiliyoruz, ne de kıyıları…
Denizlerimizdeki tehlike çanları çoktan çalmaya başladı, ancak hâlâ harekete geçmek için vaktimiz var. Eğer bugünü kurtarmak adına gözümüzü kapatır, denizlerimizi hoyratça kullanmaya devam edersek, yarın elimizde ne balık kalacak ne de deniz.
Zamansız avlanma, av yasağının süresiyle ilgili problemler, av yasağındaki toptancı anlayış ve yukarıda saydığımız diğer tüm sorunlar rezerv alanlarımıza, Mavi vatanımızın zenginliklerine zarar veriyor.
Devletin denizlerimize sahip çıkması, balıkçılığa hak ettiği değeri vermesi, sadece ekonomimizin değil, yaşamımızın da kurtuluşu olacak.
***
Tüm bu süreçlerin kalbinde balıkçılarımız yer alıyor. Cesurca denizlere açılan, zorlu şartlar altında ekmeğini denizden çıkaran bu emektarları takdir etmekle yetinmemeli, onlara hak ettikleri saygıyı da göstermeliyiz. Ancak bu saygı sadece sözde kalmamalı; balıkçılarımızı bilinçlendirmek, onların bilgi ve becerilerini geliştirmek için gereken desteği vermeliyiz. Balıkların sağlıklı ve taze bir şekilde pazara ulaşabilmesi için balıkçılarımıza hem eğitim hem de modern araç-gereç desteği sağlamak, sürdürülebilir balıkçılık için vazgeçilmezdir. Onların emeği, denizlerimizin geleceği ve sofralarımıza gelen sağlıklı balıklar için hayati önem taşır.
***
Av yasağı başlıyor, av yasağı bitiyor; ama Türkiye bu süreci gerçekten sorgulayıp, bu meseleden yeterince faydalanabiliyor mu? Av yasağı uygulaması gerçekten amacına ulaşıyor mu? Attığımız taş, ürküttüğümüz kurbağaya değiyor mu? Yoksa bu konuda yeterli ciddiyeti gösteremiyor muyuz? Başka neler yapabiliriz? Bu soruların cevaplarını bulmak, denizlerimizin ve mavi vatanımızın geleceği için hayati önem taşıyor. Ekosistemlerin çöküşüne seyirci kalmak yerine, bütüncül bir yönetim anlayışı benimseyerek denizlerimizi koruma altına almalıyız. Sürdürülebilir balıkçılık, gelecekte de sofralarımıza sağlıklı deniz ürünleri koyabilmemizin teminatıdır. Aksi halde, bugünkü ihmallerin bedelini gelecekte çok daha ağır ödeyeceğiz.
Bu yazıyla, denizlerimizi koruma mücadelesini ülkemizle paylaşmak istiyoruz; çünkü denizlerimizi korumak için attığımız her adımın etkisini sorgulamak ve değerlendirmek zorundayız. Denizlerimizin çağrısına kulak verelim. Bugün aldığımız dersler ve doğru analizler, yarının denizlerini ve dolayısıyla geleceğimizi şekillendirecek. Eğer denizlerimizi koruyamazsak, geleceğimizi de koruyamayız.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Asgari ücret artarsa verimlilik artar
- Yankı Bağcıoğlu'ndan Suriye uyarısı:
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
En Çok Okunan Haberler
- Rus basını yazdı: Esad ailesini Rusya'da neler bekliyor?
- Türkiye'nin 'konumu' hakkında açıklama
- Esad'a ikinci darbe
- İmamoğlu'ndan Erdoğan'a sert çıkış!
- Kalın Colani'nin yolcusu!
- Çanakkale'de korkutan deprem!
- Naci Görür'den korkutan uyarı
- Erdoğan'a kendi sözleriyle yanıt verdi
- Kurum, şişeyi elinin tersiyle fırlattı
- 21 kişinin daha hastanelik olduğu ortaya çıktı