Çıldırmanın kıskacında bir ülke!

27 Mayıs 2018 Pazar

Dolar herkesi uykusuz bıraktı, bir çıkıyor bir iniyor. Ve biz ülke olarak bir tahterevallide gidip geliyoruz. Bir iniyoruz bir çıkıyoruz ve herkes çeşitli nedenlerden çıldırma noktasında.
Gazetelere geçmiyor, benim bulunduğum bölgede bir erkek vatandaş kendini beşinci kattan attı. Sahilde gene bir erkek vatandaş arabasında kendini vurdu. Kahvemde otururken bir haftada iki intihar vakası masama geldi. Seçim yaklaşıyor ya, pazarlara özellikle akşamüstü gidiyorum, bakalım pazarcıların işe yaramaz diye bıraktığı meyveleri, sebzeleri kimler topluyor? Acı ama gerçek, İstanbul’un göbeğindeki, varlıklıların oturduğunu düşündüğümüz bir semtte, düzgün giyimli onlarca kadın, başları önlerine eğik, günlük nevale için bırakılmış sebzeleri, meyveleri topluyorlar. Ben işi gücü bıraktım, adı marka olmuş kahvelere şöyle bir bakıyorum, artık kalabalık değiller ve AVM’lerde satıcı kızlar her zamankinden çok sizinle ilgileniyorlar, çünkü alışveriş yok. Ve çılgınlık en çok kendini toplu taşıma aracı minibüslerde belli ediyor.
Şöyle; Kadıköy-Kartal arası çalışan bir minibüs, oldukça tenha, ben de yolculardan biriyim.
Minibüs, yolda bekleyen, görünüşünden öğrenci olduğu çok belli olan bir çocuğu almadan hızla geçiyor ve hızını alamayıp, kırmızı ışıkta da geçiyor. Önde oturan orta yaşlı bir kadın yolcu, “Ne yapıyorsunuz? Hem çocuğu almadınız hem de kırmızı ışıkta geçiyorsunuz, bu kurallara aykırı!” diye söze giriyor. Vay canına, minibüsün genç sürücüsü zınk diye duruyor, kadına dönüp “Sen hiç kural çiğnemedin mi” sorusunu yapıştırıyor. Kadın yolcu, “Burada benimle ilgili bir durum yok, siz kuralları çiğnediniz!” diye yanıt veriyor. Minibüs olduğu yerden ok gibi fırlıyor ve sürücü “Kurallar çiğnenmek içindir!” diyerek gaza basıyor, minibüsteki herkes şöyle öne doğru kaykılıyor. Sürücü konuşmaya devam ediyor: “Biz bir tek kural tanırız ve de tek kitaba bağlıyız, o da Allah’ın kitabıdır!” Kadın yolcu sinirleniyor, “Kuran’da kırmızı ışık yazmaz!” diye sert bir biçimde yanıt veriyor. Hop minibüs gene zınk diye duruyor, sürücü ön kapıyı açıp bağırıyor: “Hadi sabah sabah benim kafamı bozma, in aşağı, şu paranı da al!” Kadın yolcu inmiyor ve arkasını dönüp diğer yolculara sesleniyor: “Benimle karakola gelir misiniz?” Kimseden ses çıkmıyor, kimse karakola gitmeyi, tanık olmayı istemiyor besbelli, arkadan bir başka yolcu kadına sesleniyor: “Arkadaş şimdi karakola gitsek ne olacak, karakoldakiler de adamı kollayacak! Üstelik sen kadınsın, başına başka işler gelir.” Kadın birden “Lanet olsun sizlere” diyerek ağlamaya başlıyor. Artık işe karışmanın zamanı geldi, karakol konusunda ben de diğer yolcular gibi düşündüğümden, kadını usulca kollarından tutup aşağı indiriyorum, birlikte hemen yan taraftaki bir kahvede oturuyoruz. Meslekten ihraç edilmiş bir matematik öğretmeni. Kocası da öğretmen, o da ihraç edilmiş. Hıçkırarak ağlamaya başlıyor. Çocukları olmasa intihar edeceğinden söz ediyor. Benim nevrim tutulmuş, ne yapacağımı ne söyleyeceğimi bilemiyorum...
Havaalanından evime dönüyorum. Şoförle sağdan soldan konuşuyoruz, ansızın genç adam anlatmaya başlıyor. İngilizce ticari bilimleri dördüncü sınıfta bırakmış. “Neden” diye soruyorum, “Ya kendimi öldürecektim ya da okulu bırakacaktım!” diyor. Zeki bir öğrenciymiş, tek ideali kaymakam olmakmış. Babasıysa dini bütün, yardımsever diye Fethullah’ın okullarından birine göndermiş onu, dayı itiraz etmiş, dinlememiş. Orada ağabeylerin hizmetine girmiş, üniversite sınavları sırasında ağabeyler “Sen İngilizce ticari bilimlere gireceksin, daha sonra da Kazakistan’da açılan bir okulun yöneticisi olacaksın” diye bastırmışlar. O ilk 3000 arasında olmasına rağmen Siyasal’a girememiş, ağabeylerin istediği okula kaydı yapılmış. Ondan sonrası bir kâbus. Dört yılın sonunda bir gece kendini öldürmeyi düşünmüş ama yapamamış, o gün okuldan kaydını sildirmiş ve babaannesinin Karadeniz’deki yayla evine gidip altı ay kimseye bir şey söylemeden orada kalmış. Sonra zaten ağabeyler onu yoldan çıkmış olarak damgalayıp peşini bırakmışlar. Şimdi taksi şoförlüğü yapıyor, tek sevindiği şey, babasının darbe günü onun yüzüne mahcup bir biçimde bakıp, “Senin istikbalini ben mahvettim” demesi olmuş...
Deniz kıyısında kendi kendine konuşarak yürüyen bir kadın var, onu sık sık görüyorum. Sonunda bir biçimde dost olduk, oğlu Harbiye’de birinci sınıfta imiş, 15 Temmuz olaylarından sonra içeri atılmış, müebbetle yargılanıyormuş, o hep aynı rüyayı görüyormuş; oğlu evlerinin önündeki ağaca kendini asıyormuş. “Yeter” diye haykırdığınızı görüyorum. Bu güzel yurt hiç bu kadar kıskaca alınmamıştı. Bir arkadaşım, “Işıl bu günler iyi günlerimiz” diye beni uyardı. Ben de derin bir soluk aldım ve haykırdım: Milleti iç savaşla tehdit eden bir profesörü suç duyurusuyla içeri alacak bir savcı yok mu? Bu kadar mı tırstık! Ey savcılar nerelerdesiniz?..



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Alay ettiler... 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları