Uzaklarda bir ışık parlıyor mu?

28 Mart 2016 Pazartesi

Onat Kutlar’ın “Gündemdeki Sanatçı” başlıklı kitabında Çehov’dan bir alıntıya rastlıyorum: “Hayata atılır atılmaz silik, donuk, renksiz, tembel, kayıtsız, faydasız, mutsuz insanlar olup çıkıyoruz. Niçin? Bu kent yüz binlerce insanı barındırıyor. Ama hepsi birbirine benziyor. Hepsi aynı. Ne geçmişte ne de günümüzde bir tek aziz bile bulamazsınız. Bir tek bilgin, bir tek sanatçı bile yok. Sadece yiyorlar, içiyorlar, uyuyorlar, sonra da ölüyorlar… Başkaları geliyor sonra, onlar da yiyorlar, içiyorlar, sıkıntıdan çıldırmamak için dedikodu yapıyorlar, iskambil oynuyorlar, düzenbazlık ediyorlar. Çocukların sırtına korkunç bir yük biniyor, içlerindeki o kutsal pırıltı sönüp gidiyor. Günümüz ne kadar iğrenç. Ama geleceği düşününce rahatlıyorum. Hafifliyorumsanki. Uzaklarda bir ışık parlıyor. Özgürlüğü görüyorum…”
İçimden sormak geliyor: Yoksa Çehov, “Üç Kız Kardeş”i bizim iklimlerimizde mi kaleme almıştı? Andrey’in yukarıdaki ünlü tiradı, bizim için de kurgulanmış olabilir mi?

Bir edilginliğin umarsız portresi…
Çehov, Çarlık Rusyası’nın son döneminin, başka deyişle bir geçiş döneminin yazarıydı. O dönemin neredeyse kusursuz çözümlemelerini yaparken - yaşadığı toprakların ve halkının doğasını ve tarihini çok iyi bilen her sanatçı gibi- böyle bir geçiş döneminin hangi dönemece varacağını da doğru saptadı. “Günümüz ne kadar iğrenç. Ama geleceği düşününce rahatlıyorum. Hafifliyorum sanki. Uzaklarda bir ışık parlıyor. Özgürlüğü görüyorum…” Çehov’un bir yandan Andrey’in ağzından döneme egemen olan edilginlik atmosferini en acımasız söylemlerle eleştirirken, öte yandan geleceği düşününce rahatladığını, hafiflediğini, uzaklarda bir ışığın parladığını ve özgürlüğü gördüğünü söylemesi kesinlikle çelişki değildi. Çünkü düşünsel hamuru Tolstoy’ların, Dostoyevski’lerin, Gorki’lerin, Gonçarov’ların düşünsel mayasıyla yoğrulmuş bir toplumun üyesi olarak böyle bir kültürel zeminin hangi fırtınalara gebe kalabileceğinin de çok iyi bilincindeydi.

Peki, biz nasıl okuduk?
Tamam, biz yukarıda saydığım düzeyde yazarlar yetiştiremedik. Zaten tarihinin yaklaşık yedi yüz yılını bir inanç toplumunun kalıpları içersinde tüketmiş bir toplum olarak yetiştiremezdik de. Ama öte yandan adlarını verdiğim yazarların ve daha nicelerinin eserlerinin dilimize çevrilmesinin üzerinden onyıllar geçti. Çoğu defalarca baskı yaptı.
Hadi yazarını yetiştiremedik. Ama kitaplarını okuduk mu gerçekten? Yoksa “Bu da bitti!” diyerek arka kapaklarını kapatmakla mı yetindik?
Bu yazıyı yeni bir Dünya Tiyatro Günü’nde yazıyorum. Ve Çehov’u ne ile noktalayayım derken, yıllarımın dostu Ali Poyrazoğlu’nun bugünkü Cumhuriyet’te söyledikleri yardımıma yetişiyor: “Tiyatro, oyun bittikten sonra kapıdan seninle beraber çıkıp evine gelip hayatına karışan bir şeydir. Zihninde yeni sorulara, yeni gündemlere yer açar ve sana hayatın üstüne yürüme cesaretini aşılar…”
Bugüne kadar yeterince sormadıysak bile, artık her an sormamız gerekiyor: Peki, biz oyunları böyle mi seyrediyoruz? Okuduklarımızı böyle mi okuyoruz? Yanıt olumsuz ise eğer, o zaman uzaklarda ne bir ışığın parladığını ne de özgürlüğün kendisini görebiliriz!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları