İktisadı inceliklerine kadar özümsemiş bir sevgili dostum ilk üç yazıyı “yapay zekâ”ya vermiş! O da okuyup (nasıl okuyorsa!) “Tamam” demiş ve sormuş “Peki, çare ne?” Şöyle düşündüm: Yapay zekâya ek sorularla yardımcı olalım. Ek malzeme verelim ve ilerleyelim. Bakalım ne diyecek?
ŞOK VE SONRA
İktisatçılar ekonomi dışından gelip ekonomide etki yaratan şeylere “dışsal şok” diyorlar. Martın 19’unda bu oldu. Şok siyasetten geldi. Ekonominin büyük kesimini oluşturan emek gelirlerinden kaynaklanan (toplumun çoğunluğunda) bir ek talep yaratmadı. Ama sermayenin birdenbire dolar talebi doğdu. Unutmayalım, dünya hasılasının en çok yüzde 1’ine demir atmış, yeterli dolar “üretemeyen” bir “dolarizasyon ekonomisi”ndeyiz. Burada sermayenin güçlü refleksi ekonomide yatırım yapmak değil, dövize yönelmektir. Öğrenmiş olmalıyız, döviz sermaye için “prime” varlıktır.
Ne oldu? Özetle, yabancı (ve yerli) sermaye Hazine iç borç senetlerini ve BIST hisselerini ellerinden çıkarıp dövize (dolara) döndü. Yaklaşık 30 milyar dolar alıp gitti. Ekonomide “şok”! Nereden aldılar bu “dolar”ları? Merkez Bankası rezervlerinden. Cumhuriyet Merkez Bankası’na (TCMB) ekonominin “para işi”ni düzenleme yetkisi toplum (millet) adına TBMM’ce verilmiş olduğuna göre, sonuç şu demektir: Toplum varlığı olan Merkez Bankası rezervlerinden 30 milyar dolar, sermaye varlıklarına geçti. Ekonomi dışına çıktı. Ekonomik bir nedenle mi? Hayır! Sermayeye özgü bir davranışla. Kaçışla. “Şok”ta ilk göze çarpan nokta bu.

ALET EDEVAT
Sermayenin ani ve yüksek dolar talebi, Merkez Bankası’nı bu ekonominin tek maddelik politikası ile aniden karşı karşıya, zor durumda bıraktı. Nedir o tek maddelik politika? Sermaye dolarlarını alıp kaçmasın!
TCMB elindeki tüm “alet edevatı” seferber etti. O pencereden bakınca, “sermaye kaçmasın”ın kilidi döviz kuru idi. Daha önce yazdım, döviz kuru bu dolarizasyon ekonomisinde sermayeye ait temel fiyattır. Hiçbir politika, ekonomide ve siyasette bu temel fiyat hesaba katılmadan tasarlanamıyor. Kırmızı alarm durumunda (sermayenin kaçış halinde) ise bedel düşünülmeksizin eldeki alet edevatın tümü seferber edilir. Böyle yapıldı. Merkez Bankası’nın elinde, başta TL “politika faizi” olmak üzere birkaç “yerli silah” vardı. Kullandı. Haftalık politika faizinin hedefi tutturamayacağını görerek ondan vazgeçti, bunun yerine gecelik faizi, yani “ilkyardım faizi”ni kullandı ve yükseltti. İş aceleydi. Uzlaşmalı döviz işlemleri (döviz vermeden, “vadeli vereceğim!”) sözleşmelerine başvurdu vs. Hedef, kaçışı durdurmak, sermayeyi yatıştırmaktı. Yetti mi? Biraz daha bakalım.
ENFLASYON-DEFLASYON
Daha önce yazdım ama yaşadıklarımızı unutmamak için, yinelemek gerekir: Bu dolarizasyon ekonomisinde enflasyon ile deflasyon aynı politika bütününün iki yüzüdür. Enflasyon ile deflasyon, bir tıp terimi ile söyleyelim, “iltisaklı”dır. Yani, birbirine yapışıktır. Aynı ipte yürümeyi zorunlu kılar. Bu “bütünlüklü” politikada dolar ipi üzerinde şöyle ya da böyle yürüyeceksin. İki yıldır “deflasyon ekibi” bu ipte yürüyor. Dengesini (tek maddelik politikasını) elinde tuttuğu “döviz (dolar) kuru” sopasıyla sağlamaya çalışıyor. Bu olmazsa yürüyemez. “Sermaye kaçmasın”ın ayarını bu sopayı (“kur”u) olabildiğince kımıldatmadan yapmaya çalışıyor. Kımıldatmamak için “ekip” önce emek gelirlerine kilit vurdu. Oradan ciddi talep kaynaklanmamalı. Emek gelirleri “ücret malları”na harcandığına göre, bu mal ve hizmetlerin fiyatlarını yükselten “ayarlar” yapmalı ki emek gelirleri kontrolde tutulabilsin. Böylece, talep sadece sermayeye ait bir alanda ortaya çıkar. Sermayeden öncelikle ulusal geliri artıracak bir yatırım hacmi için ciddi ve kalıcı talep değil, sadece “durum”dan memnun, mutlu olmasını bekliyoruz. Bunu daima sağlayabiliriz ve yeterlidir. “Deflasyon ekibi” sermayenin bu mutluluğunu “ekonomide istikrar” olarak tanımlayacaktır. Üzerinde yürünen ip, maazallah şoklarla filan dalgalanmayacaktır. Ve ancak bu sayede “sermaye dolar alıp kaçmasın”dan “dünya sermayesi dolarları ile gelsin”e geçerek İngilizlerin “bliss” dedikleri mutluluğun doruğuna erişebileceğiz. Politika ufku ve çerçevesi kabaca böyle çizilmiş oluyor. “Peki, mal ve hizmet fiyatlarının artışı ne olacak?” diye sorarsanız, şunu söyleyebilirim: Bununla meşgul olan meslektaşlarımız var.
DAVA
Siyasete girmeyelim. Fakat zihnimizi ve düşünce yolumuzu açacak küçük yardımlardan da yoksun kalmayalım. Ben diyeyim altmış, siz deyin seksen yıldır sağ siyasette duyulan bir sözcük vardır: “Dava”. Bunun ne demek olduğu uzun, pek uzun süre şekillenmedi. Rivayet düzeyinde kaldı. Nihayet, son yirmi küsur yıla gelince somutlaştı. Ete kemiğe büründü. Yaşayarak anlaşıldı ki “dava” sermayesiyaset ittifakıdır. En somut şekliyle, sermaye-siyaset ittifakının zenginleşerek yerleşmesidir. “İttifak”ın ekonomisini iyi öğrenmiş olmalıyız. Yinelemeyelim. Siyaset tarafında ise ülkede son 20 küsur yıl siyaset topluluğunun bütünü ile düşünce dokusu ile diyebiliriz ki ada parsel numarası ile sağa kaydığı zaman dilimidir. Yadsınacak ve yadırganacak tarafı yok. “Dava”nın ekonomisi ile siyaseti pek özel bir karışımla vücut bulmuş oldu.
Özel karışım, biliyoruz, dünya sermayesinin prodüksiyonu olan bir reklâm filmi ile başlamıştı: 2003-07 yılları. Filme başlık olarak “Müjde! Artık Sermaye Geliyor” ve alt başlık olarak “Dolarizasyon Güzeldir” uygun olabilir. Şaka değil. Bu özel karışım toplum yaşamını gitgide bir tatsız “şaka”ya dönüştüren o reklam filmi ile başladı. Kolay inandırdı. Hep o reklam filmi yeniden oynayacakmış, oraya dönülecekmiş havası ile devam etti. Ve “dava” özellikle 2010’lu yıllardan itibaren gitgide zorlaşan tablosunu yarattı. Dünya kapitalizmine tabi oldukça zayıflıkları keskinleşen ve bundan kurtulamayan yapısı artık ortaya çıkıyordu. Kendine özgü ekonomi ve siyaset krizlerini yaratarak.
Bunları niçin yeniden vurguluyorum? Çünkü “19 Mart” iktisatçıya göstermiş olmalı ki “dava”nın bu “ittifak ekonomisi” daha fazla ilerlemekte çok zorlandığı bir noktaya geldi. Nedir o? Sermayenin toplum rezervlerinden büyük hacimde “dolar” talep ederek “şok” yarattığı nokta. Siyasetçiyi bilemem, bu iktisatçı için görmezlikten gelinecek, hafife alınacak, “olur böyle şeyler” denilebilecek bir nokta değil. Rampa birden dikleşti. Araç çekmiyor. İktisatçı düşünmeye buradan başlasın.
TAHMİNLER, İHALELER
İktisatçılığın kategorileri var. En yalın kategoriyi Kapalıçarşı’da görebiliriz: “Abi, yarın dolar kaç olur?” Bu iktisatçı için vade bir gündür. Vade uzadıkça istatistikçi kategorisi ağır basar: “Bence, yılsonu dolar ... olacak!” Bunlar ekonomiyi, “dolar”dan ayrılmaksızın tahminlerle konuşan meslektaşlarımızdır. İkisi arasında, “enflasyon-deflasyon” döneminde çoğalan meslektaşlarımız var. Esas olarak Merkez Bankası politika faizi önerileri üzerine kurgulanan “parasal iktisat” diline hâkimdirler. Tahminlerden hareketle kısa vadeli (Merkez Bankası kısa vade ile çalışır) politika önerileri yaparlar. Önerilerin sayısı arttıkça okuyanda bir “ihale” izlenimi yaratır. Ekleyelim, üç kategori de “ana akım” meslektaşlarımızdır. Onlardan bu çerçeve içinde değişik şeyler öğreniriz.
Şimdi, rampanın dikleştiği, aracın çekmediği noktaya gelinince farklı bir şey göründü. Belki bana öyle göründü. Yurtdışında tahsil, terbiye görmüş, ödül almış, ün kazanmış bir meslektaşımız var. Herkes tanıyor. O da “ana akım”ın bir iktisatçısı. Ancak, “parasal muhabbet” ile ilgilenmiyor. Ekonominin, Amerikan İngilizcesinden alınma moda terimle söylersek, “günün sonunda” ne demek olduğu ile yani “reel” boyutla meşgul. 29 Mart tarihli bir yazısını okudum. Sermayesiyaset ittifakı ekonomisinin (elbette böyle demiyor!) belki de en zayıf ama can alıcı noktasını yakalamış. Modelin tıkandığını çünkü yapısında ciddi zafiyet olduğunu vurguluyor.
Şöyle diyor: “Cılız verimlilik artışı ve bunun sonucunda oluşan yaygın yoksulluğa rağmen reel ücretlerdeki yavaş artış yüzünden ülke ekonomisi zorluk içinde.” Soralım, “İttifak” ekonomisine karakterini veren “Cılız verimlilik artışı”nın sahibi kim? Belli değil mi? Yatırım, bir kapitalist ekonomide kimin işi ise verimlilik de artışı da onun ürünüdür. Belki üstü kapalı bırakarak ama “arif olanın ve olmayanın” anlayacağını belli ederek meslektaşımız işaret etmiş. Söylemenin sakıncası var mı? Son 20 küsur yıldır ülkenin dönüm noktası olabilecek bir tarihi yatırım hamlesinin sahibi olmaktan (“kaptanlık”tan) uzak durarak, gitgide “cılız verimlilik artışı” ile yetinen, böylece “ittifak” içinde zenginleşerek övünen sermaye sınıfı değil mi? Bu kadar basit.
Birkaç soru ile bitirelim. Merkezine yüksek verimlilik, yüksek ücret, yüksek gelir artışı ve bunun için yüksek yatırım harcamasını öncelikle yerleştirebilecek bir ekonomi çizgisini tasarlamak ve Cumhuriyetçi bir siyasette bunun sahibini, eski terimle “tasavvur etmek” bugün kolay, kestirme bir iş mi? Yoksa sermaye-siyaset ittifakı bu can alıcı noktada, yani iktisatçının da “ittifak”ın ötesinde düşünce sahipliği yapabileceği noktada onun önünü mü tıkıyor? Yoksa “ana akım” iktisatçılığı da yeni düşüncelere yönelme zorunluluğu ile artık karşı karşıya mı geliyor? Öyle ise bu yeni düşünce boyutunda “ihale”ye girmelidirler. Şimdi ben de bunları “yapay zekâ”ya sorayım. Yanıtını alalım. Devam ederiz.