Bu iktisat bize nerelerden geldi? (5)
Bilsay Kuruç
Son Köşe Yazıları

Bu iktisat bize nerelerden geldi? (5)

21.04.2025 04:01
Güncellenme:
Takip Et:

Anlamış olmalıyız, yirmi küsur yıldan beri dünyadan giydirilen bir “model”in içindeyiz. “Model”de bir iddia vardı. İddia dünya sermayesiyle su geçirmez şekilde uyumlu bir “ekonomi” yaratmaktan ibaret değildi. Bir “rejim” yaratmaktı. Sadece sermaye ya da sadece siyasetle bu becerilemezdi. Tek başlarına değil ancak ikisinin bir “ittifak”ta kaynaşması ile olabilirdi. Bunu yaşadık. “Rejim” şimdi daha fazla ilerleyemeyeceği bir noktaya gelmiş görünüyor. Ama iktisatçının pek sevdiği bir tekerlemeyi eklemeden olmaz: Diğer koşullar aynı kalmak kaydı ile!

‘ŞİTAP ETMİŞLERDİ!’

Şimdi 95 yıl geri gidelim ki bugün için bir şeyler öğrenme fırsatımız olsun. Mustafa Şeref Bey’in bizlere yaptığı analizle, Osmanlı Devleti’nin sürekli açıklar vererek nasıl tüm varlıklarını yitirdiğini not etmiştik. Genç Cumhuriyet oradan ekonomide bir harabe devralmıştı. Dış açık olağanlaşmıştı. Sermayenin başka ellere geçişi, birikmiş varlıkları başkalarının varlığı haline getiren dış açık zamanla normal kabul edilmişti. Olağanlaşmıştı.

Harabeden çıkmaya çalışan 1920’lerin basit köylüler ekonomisinde bir olağanüstü durum doğarsa olağanlaşmış tabloda kuvvetli sarsıntı doğar. Olağanlaşmış sermaye çıkışı hızlı kaçışa döner. 1929’da genç Cumhuriyet kendi, yeni gümrük ve ticaret düzenini kuracaktır. İğneden ipliğe hemen her şeyini dışarıdan alan bir tablonun yerine kendini korumayı bilen bir düzen gelecektir. Bu kesinleşince tüccar dövize hücum eder, ithal stoku yapar. Türk Lirası’ndan sermayenin kaçışı başlar. İşte 1929’da bu yaşandı. Bulaşıcıdır. Şükrü Bey (Saracoğlu) 1927 Kasım’ında maliye bakanıdır. 1930 sonbaharında anlatıyor. Olup biteni saklamaya, gizlemeye, durumu tozpembe göstermeye tenezzül etmiyor. Cumhuriyetin özgüvenini taşıyor. Şöyle diyor:

“Bir yanık, bir alev memleketin her tarafını sarmıştır. Manisa’dan köylüler ceplerindeki dört kuruşu İngiliz lirasına tahvil etmek (çevirmek) için İzmir’e şitap (akın) etmişlerdi. Beş ay sonra lazım olacak İngiliz lirasını bugünden satın almak için aşırı istek göstermişlerdi. Bu panik devresinde derhal acil tedbirler almak gerekiyordu ki Türk parasının nedreti (değerce kıtlığı) kendini hissettirsin. Aldığımız ilk tedbirler Türk parasını koruma tedbirleri idi.”

Manisalı köylüler İngiliz lirası (sterlin) edinmek için yollara düştüğü zaman kapitalizm âleminin 1929’un ekim ayında Wall Street’deki panikle başlayacak çöküşüne daha vakit vardır. “1929”, bizde bize özgü bir “sermaye kaçışı örnek olayı”dır. Genç Cumhuriyetin ekonomisini darmadağın edebilirdi. Ama dümende oturanlar, devleti kuranlar küçümsenemeyecek insanlardı.

OSMANLI DÖVİZ FİLAN BIRAKMADI MI?

Osmanlı Devleti para yönetimine adım atamadan sona erdi. Kendi merkez bankasına sahip olamadı. Ona “merkez bankalığını” İngiliz ve Fransızların sahipliğindeki Osmanlı Bankası yaptı. Yaparken Babıâli ile değil Düyunu Umumiye (Osmanlı Borçları İdaresi) ile paslaşıyordu. Zaten Düyunu Umumiye de devlete bir çeşit “maliye bakanlığı” yapıyordu. Dıştan takmalı motorla yol almaya hüküm giymiş bir devlete “Dövizin yok mu idi?” gibi bir soru yöneltmek acımasızlıktır.

Osmanlı 1914’te, savaşta Alman tarafında yer aldı. O yıllarda ihtiyacı olan parayı Alman Hazine tahvilleri karşılığında tertipler halinde çıkardı. 1918’de 158 milyon liralık bir banknot hacmi vardı, bu karşılıksızdı! Alman Hazinesi’ne galipler el koymuştu. 1922 Kasım’ında İsmet Paşa Lozan’da masaya otururken durum bu idi. O 158 milyon orada İskender Kılıcı ile alındı ve genç Cumhuriyetin karşılıksız emisyonu (banknot hacmi) oldu. 1930’ların ortalarına kadar bu tutar korunacak.

Peki, Osmanlı’dan para bahsinde başka ne kaldı? Büyük hacimde Osmanlı borçları kaldı. Öde öde, o borçların yükü 1954’e kadar sürdü.

Bunlar tarihten birer yaprak değil, bugün de lazım olacak kısa bilgilerdir. Cumhuriyet var olmak için zamanı nasıl hızlandıracağını, bunun ayarını bilenler tarafından kurulmuştur.

ÇİZMEDEN YUKARI ÇIKMAK

Cumhuriyet 1929’da “sermaye kaçışı” ile karşı karşıya kaldığı zaman henüz bir merkez bankası kurabilmiş değildi. Belirttim, Osmanlı Devleti bu işi bilenleri yetiştirmemişti. Cumhuriyette yaparak öğrenilecekti. 1926’da merkez bankası kurma kararı alındı. Avrupa’ya soralım, yol gösterebilir, diye düşünüldü, danışıldı. Avrupa’dan uzmanlar geldi, gitti. En son 1929 Haziran’ında Alman Schacht’ın yardımcısı Müller raporunu verdi. O rapor yabancı “yol göstericiliğin”in bir berrak özetiydi!

Müller diyordu ki önce dış ticaret fazlanız oluşmalı ve maliye sağlam olmalı ki finans piyasası gözüyle kabul edilebilir hale gelesiniz. Devlet Bu iktisat bize nerelerden geldi?(5) harcamalarını kısacaksınız. En başta, girişmiş olduğunuz demiryolu yatırımları gibi büyük yatırımlara son vereceksiniz ve savunma giderlerini azaltacaksınız. (Cumhuriyet o vakit yılda ortalama 180 km demiryolu yapıyor.) Kısaca, kemerleri iyice sıkın, öyle kalın, buna “istikrar” diyeceksiniz. Daha sonra “Merkez bankamız olsun” demeye başlarsınız, diyordu. Yatırım yapmak, gelir ve iş yaratmak neyinize diyordu açık açık.

Sürpriz sayılmaz, başta Serbest Fırka, Müller’in reçetesini içeride de benimseyenler, savunanlar vardı. İsmet Paşa ise 1929’un aralık ayında, bu raporları yok sayarak TBMM’de “Cumhuriyet Merkez Bankası’nın kurulmakta olduğunu, sermayesi milli para üzerinden ve milletin katılımına açık bir anonim şirket olacağını, özel bir kanunla kurulacağını” açıkladı ve ekledi “anlayanlar bunu tabii (doğal) görsün, hayale kapılanlar hayret etsin!”

Avucunuzu yalayın, Cumhuriyetin kapısı büyük devletlerin ve finans sermayesinin bildiğimiz reçetelerine kapalıdır, siz çizmeden yukarı çıkıyorsunuz demenin daha açık ifadesi olur mu?

Ayrıntıya girmeyelim. Şunu bilmek yeterlidir. Merkez Bankası taslağını, Maliye Bakanı Şükrü Saracoğlu hazırlamıştı. Önce, 1930 Şubat’ında, hazırlanan Türk Parasını Koruma Kanunu yasalaştı. Martta Merkez Bankası taslağı hükümette görüşüldü ve Meclis’e getirildi. 11 Haziran 1930’da 1715 sayılı yasa ile Cumhuriyet Merkez Bankası doğdu. Günün dünya ekonomisi 1870’lerden beri İngiltere’nin yönettiği “altın standardı” ile işliyordu. Bunu daha önce yazmıştım. Şu ayrıca not etmeğe değer: 1924 başlarında radikal bir para reformu yapmış olan Sovyetler’de, mayıs ayındaki parti kongresinde, Merkez Komite üyesi Kamenev demişti ki: “Altın standardı parası sağlık ve hastalığı ölçen harika bir termometredir!”

Türk Lirası’nın “resmen” tanımı için gerekli minimum altın rezervi İsveçli kibrit kralı Ivar Kreuger’e verilen bir kibrit, çakmak vs. imtiyazı karşılığı alınan 10 milyon dolarla sağlandı. Bankanın kurulma işlemlerinin tamamlandığı tarihte, 3 Ekim 1931’de, Almanya, Avrupa’da ekonomik buhranın tam merkezinde idi! Ve siyasal karanlığa gidiyordu.

Biliyoruz, 1920’lerde demiryollarını döşemeye başlayan Cumhuriyet 1930’larda bunu yılda ortalama 200 km ile sürdürdü. Ve 1934’ten başlayan sanayi hareketinin yatırımlarını yaptı. Dikkat edilecek nokta şudur: İktisatçı gözüyle gerçek “istikrar”, ekonominin üretim, iş ve gelir artışını getirecek olan yatırım hareketi ile güvenceye alınabilmesi demektir. Kemer sıkma ile hareketsizliğe mahkûm olmak değildir. Ekonomik disiplin ile “büyüme”nin bağdaştırılmasıdır. Cumhuriyeti kuranlar bunu günümüz iktisatçılarının bazılarından daha iyi biliyorlardı. Dışarıdan gazel okuyanların çizmeden yukarı çıkma niyetlerini de ters yüz ettiler.

Ekleyebiliriz: Cumhuriyet Merkez Bankası 1931’den başlayarak kesintisiz altın rezervi yaptı. 1945’te, Şükrü Saracoğlu bu kez başbakan iken altı yıl sürmüş Dünya Savaşı’ndan kimsenin burnu kanamadan çıkan Cumhuriyet ciddi bir altın rezervine sahipti!

‘ON SEKİZ’İN İÇİNDE

Bugünün “ittifak” ekonomisinde sermaye, onu bilenleri mahcup etmiyor. Kaçarak “şok” yaratma özelliğiyle ekonominin gündemini belirleyen gücünü tazeliyor. Bulaşıyor. Manisalı köylüler de “dolar” edinmek için kente “şitap” ediyorlar. İlginç görüşler yaratan ama tek renkli bir ortam oluşuyor.

Meslektaşlarımızın bir kısmı faiz-döviz önerileriyle kilitli bir ekonomi tablosunu sahipleniyorlar. Bu bakış “istikrar”a kısa ve uzun vadede hareketsizlikle (“talep yaratmak tehlikelidir”!) erişecek bir ekonomi “tasavvuru”nun dışına çıkmıyor. Sermayenin buna bir itirazı yoktur. Dıştan da destek görür. Avrupa’dan başlayarak Türkiye’ye “ucuza kapatılabilecek muhtaç ülke” gözüyle bakan çevreleri heveslendirir. İçeriden de destek bulur. “Efendim, burada hukuk olsa yabancı sermaye gelip yatırım yapar. Hukuk işte bunun için çok lazım!” görüşünün sahipleri iddia kazanmaya başlarlar. Yatırım yapma “hakkı”nı geçmiş 25 yılda toplumca sermayeye devrettiğimize göre şimdi hukuku da “sermayenin hakkı” gibi kabul etmek sürpriz sayılır mı?

Faiz-döviz ile kilitli bir ekonomi tablosunu benimseyenlere dostça bir hatırlatma lazım. Bunu teknik olarak yapabiliriz ama okurlar yabancılık duyarlar. Bir kolaylığa sahibiz. Uzun zamandır her şeyi futbol sayesinde kavrayabiliyoruz. Ne muhteşem bir kurgusu varmış! İktisada da yardımcı. Şunu görelim: Merkez Bankası, yani faiz-döviz ekonomisinin göz bebeği (ve aynı zamanda, günah keçisi) yapılan kurum, takımın kalecisidir. “On sekiz”in dışına çıkamaz. Kuralla bağlıdır. Onu tribünlerden teşvik edenler olabilir. “Çık, çık” diye bağırırlar. Örneğin onu “Asgari ücret ne kadar olsun, söyle!” diye teşvik eden yerli-yabancı seyirciler vardır. Bu gibi “iğva”lara gelirse kaleyi boşaltıp “on sekiz”in dışına çıkmış olur ve toplum (takım olarak) golü yer! Bir merkez bankası için “on sekiz”in dışına çıkmak, çizmeden de yukarı çıkmaktır.

Sermayenin “şok yaratma kapasitesi”, evet, tek renkli de olsa çeşitliliği bol bir medyatik ortam yaratıyor. Bunu da yaşayarak öğreniyoruz. Ancak o kapasite bugüne kadar o faiz-döviz kelepçesinin “parad”ını alabilecek kişileri bugüne kadar ortaya çıkarmadı. Kimleri? Cumhuriyette 15 milyonluk nüfusa üretim, iş ve gelir yaratmayı dert edinen kişilerin bugün 85 milyonluk nüfus için düşünen benzerlerini. Yapay zekâ sormuştu ya, “Nasıl?” diye. İsterseniz bu yoldan ilerleyebiliriz.