Erdener Yurtcan

Böyle Bir Türkiye'de Yaşamak mı?

13 Nisan 2012 Cuma

Zaman zaman bu soruyu sormak gereğini duyuyorum. Nedeni çok basit. Böyle bir Türkiye’de yaşamak istemiyorum. Geçmişte yaşamak istiyorum. Dudak bükmeyin, görüyorum.

Varsın evimizde soba yansın, salonun orta yerinde. Tüm aile onun etrafında toplanalım. Herkes o gün yaşadıklarını anlatsın. Hayatı paylaşalım ailecek. Elinde kara maşası, kestaneleri çevirsin sobanın üstünde dedem özenle. Dünyanın en önemli işini yapıyormuş gibi, etrafını süzsün tel çerçeveli gözlüğünün üstünden, övgüler bekleyerek.

Radyo tiyatrosu başlasın, her hafta çarşambaları. Bir hafta komedi, bir hafta dram. Pür dikkat dinleyelim o billur sesli aktörlerini ve aktrislerini İstanbul Şehir Tiyatroları’nın. Arnavut bozacının gür sesi sarsın mahalleyi, konu komşu açsınlar pencerelerini, sıralarını beklesinler. Sonra zevkle yudumlasın herkes bozasını, sarı leblebi eşliğinde.
 

Kara tren

Kışlar olabildiğince sert geçsin. Diz boyu olsun kar, bata çıka gidelim tren istasyonuna. Gelsin salına salına kara tren bir gelin edasıyla. Yolcular insin, binsin. Herkesler birbirini selamlasın, göz açıp kapayıncaya kadar geçen zamanda. Kırk beş dakikada varalım Sirkeci’ye, ne gam.

Tramvaya binelim, üç kuruş verelim biletçiye, alalım bir öğrenci bileti. Kimi zaman delikli iki buçuk kuruşu da kabul etsin biletçi, hafifçe gülümseyerek. Yer verelim büyüklere, ayakta kalmasınlar. Başımızı okşasınlar, teşekkürün en nazik olanını hak edelim. Tıngır mıngır alalım yol, varalım okulumuza.

Sıkıldık, hem de çok sıkıldık bu anlattıklarınızdan mı diyorsunuz? Çok yanılıyorsunuz. Şimdilerde yaşadığımız hayat mı, mutlu muyuz, durup bir düşünmek gerek. Nereden başlamalı, bilmiyorum ki.

Toplumu sarmış iki virüs, en tehlikeli cinsinden. Birinin adı televizyon, ötekininse bilgisayar ve internet. Bu topluma ne veriyorlar ki bunca sayıda televizyon kanalı, yirmi dört saat yayın yaparak. Belgesel programı seyredenler parmak kaldırsın, ama dürüstçe. Kimse kusura bakmasın, onca diziye harcanan paraya yazık. Bilgisayar ve internet elbette bu çağın en önemli buluşlarından, kuşkusuz. Ama bu araç tabii ki çene çalmak için yaratılmadı. Cep telefonu dedikleri telefonları unuttuğumu kimse sanmasın. Telefon, ismi üstünde, sesi uzaktan aktaran bir haberleşme aracı. Bizde öyle mi? Sokağa çıktığınızda kulaklarımı çınlatın lütfen; o denli iştahla bu telefonlarla konuşanları gördüğünüzde. Öyle üzülüyorum ki cep telefonunun olmadığı dönemde Türk insanı nasıl ağır eziyet çekmiş, Çin işkencesinden beter.

“Abidin sen mutluluğun resmini yapabilir misin?” diye sormuş ya büyük Nâzım Hikmet, büyük Abidin Dino’ya. Mutluluğun resmi de anlatımı da elbette yapılabilir, ne gam. Mutluluk insanın çok uzağında değildir ki onu hisseder, onu yaşar insanoğlu, kimi zaman yalnız, kimi zaman paylaşarak yakınındaki ya da uzağındaki insanlarla. Mutluluk öyle yüce bir duygudur ki onun parayla pulla hiç mi hiç ilgisi yoktur. Mutluluk satın alınamaz. Mutluluk gelir, bir kelebek yumuşaklığında konar insanoğlunun yüreğinin ta derinliklerine, kucaklar onu bir bebek kadar saf ve temiz ve beklentisiz.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İçimden Geldiği Gibi... 19 Aralık 2013

Günün Köşe Yazıları