Buna eminim ama kanıtlayamam. Son bir yılda yaşadıklarımızı başka türlü anlamlandırmak mümkün değil zira.
Önce Bahçeli’nin DEM’e ve Öcalan’a yönelik çağrısı geldi. Durup dururken hem de. Belli ki Bahçeli’ye yine gaipten bir telefon geldi. Heyetler, görüşmeler, sembolik silah bırakma seramonisi falan derken ABD’nin Ankara büyükelçisi ve Trump’ın Suriye Özel Temsilcisi Thomas J. Barrack, nereden estiyse artık Osmanlı millet sistemine övgüler dizmeye başladı.
İş Barrack Efendi’nin fantezileriyle sınırlı kalsa iyiydi.
Cumhurbaşkanı Erdoğan da hemen akabinde çıkıp Türk-Kürt-Arap ittifakından söz edince “Bi dakka ya, ne oluyoruz?” dedik. Bununla da yetinmedi Erdoğan, birkaç gün sonra da ümmet güzellemesi yaptı.
İster Osmanlı millet sistemi isterse ümmet sistemi dediğiniz sistem bu topraklarda kan ve gözyaşından başka bir şey getirmemiştir. Emperyalizmin bir gün birini, ertesi gün diğerini kullanarak bu topraklarda yaşayan insanlara gün yüzü göstermemiştir. Aynı Yugoslavya’ya, Lübnan’a, Irak’a, Afganistan’a ve günümüzde de Suriye’ye göstermediği gibi.
Osmanlı’da 19. yüzyıldan itibaren arka arkaya patlak veren iç isyanlar sadece toprak ve insan kayıpları ile sonuçlanmamış, bunun yansıması olarak Osmanlı ve Cumhuriyetin yönetim kadrolarında ağır bir travmaya yol açmıştır. Oluşan bu travmalar nedeniyle azınlıkların en ufak bir itirazı bile eski yaşanan olaylar nedeniyle iç çatışma, bölünme ve dış düşman algısıyla birleşerek otoriterleşmeyi beraberinde getirmiştir. Buna Soğuk Savaş döneminin pompaladığı komünizm tehlikesini de eklersek on yıllarca süren bir iç düşman algısını diri tutmuştur.
12 Eylül darbesinden sonra bu travmaları aşmayı düşünürken bütün umutları yerle bir eden PKK terör örgütünün sahneye çıkmasıdır.
Allah’tan milletin çimentosu sağlam da diğer ülkelerde rastlanan bir iç çatışma yaşanmadı.
Erdoğan’ın sözleri bizim için yeni değildi. Daha önce de AKP ve siyasal İslamcı çevreler bunun ümmet ve Osmanlı millet sisteminin ön çalışması olarak Medine Sözleşmesi’ni gündeme getirip tartışmaya açmıştı. Bu da bir süre tartışılır geçilir diye düşünürken bir kez daha sahneye Bahçeli çıktı.
Bahçeli’nin “Cumhurbaşkanı yardımcılarından biri Kürt, diğeri Alevi olabilir” şeklindeki sözleri siyasi kulislere yayıldı.
Yok artık; bu kadarı tesadüf olamaz. Erdoğan’ın, Barrack’ın ve Bahçeli’nin sözleri ile puzzle’ın parçaları tamamlanıyor. Ha, isterseniz buna PKK’nin Avrupa kolunun “Lozan yeniden ele alınmalı” taleplerini de ekleyebilirsiniz.
Belli ki mutfakta bir aşçı var. Pişirdiği aşı birilerine servis ettiriyor. Önemli olan bizim mutfaktaki meçhul aşçının ya da aşçıların bize dayattığı yemeği yeme ya da geri çevirme irademizdir.
GÖLGE ETMEYİN YETER
Kendi ağzından bizzat duymasak da kulis bilgisi olarak yansıyan, “Cumhurbaşkanı yardımcılarının birinin Türk, diğerinin Alevi” olmasına yönelik sözleri nereden bakarsan bak iler tutar yanı yok.
Bir kere üniter devlet sisteminin temeline dinamit koymakla eşdeğer olan bu sözler, bir lütufmuş gibi sunulması “fesüphanallah” dedirten nitelikte. Bu yöntemi Tito dönemi Yugoslavya’sı denedi. Lübnan da denedi. Sonuç; kanlı bir iç savaş.
Bir kere mezhep ya da etnik kimlik, hukuki değil sosyolojik kavramlardır. Yurttaş topluluğunu oluşturan bu farklı sosyolojik kimliklerin önünü kesmeyin yeter. Sözlü mülakatları kaldırmakla işe başlayabilirsiniz örneğin. Ya da LGS sınav sorularını imam hatip okullarında hazırlanmasına son verirsiniz olur biter. Üniversite sınav sorularının bir daha çalınmaması için önlem almak da olabilir.
Önlerindeki bu türden barikatları kaldırırsanız Kürt, Alevi ya da başka kimliklere sahip olanlar cumhurbaşkanı yardımcısı değil cumhurbaşkanı da olur. Genelkurmay başkanı da.
Sözün özü gölge etmeyin başka ihsan istemez.