Maddi-tarihsel zemini yadsıyarak tasarlanmış bir toplumsal proje, bir fantezi olmaktan öteye gidemeyeceği gibi, yalnızca fiyaskoyla sonuçlanmakla kalmaz, aynı zamanda dayatıldığı toplumda, büyük felaketlere yol açar. “Yeni Türkiye” böyle bir projedir.
Bu proje (aslında fantezi) Tayyip Erdoğan’da liderini (şimdilik), Davutoğlu’nun 1993’ten bu yana değişmediği anlaşılan düşüncelerinde teorik gerekçesini, siyasal İslamın entelijansiyasında (seçkinlerinde) taşıyıcılarını buluyor. Yeni Şafak gazetesi de Davutoğlu’nun Başbakan olarak atanmasını, bu proje içinde tarihsel bir eşiğin aşılması olarak görüyor.
Adı, dış dünyada henüz, “gerçek dışişleri bakanı, dış politikanın gerçek mimarı” olarak algılandığı yıllarda, Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabını okuduğumda yazdığım “Kaygı Verici Doktrin” başlıklı bir denemede (Cumhuriyet Kitap, Haziran 2008) “Eğer dış politikaya bu tezler yön veriyorsa, ülkenin, yakın bir gelecekte, gerçekçi olmayan beklentilerle, elindeki kaynaklarla orantısız risklerin altına girme olasılığı artıyor demektir” saptamasını yapmıştım. Şimdi, Suriye iç savaşının, IŞİD olayının, Gazze savaşındaki dışlanmışlığın gösterdiği gibi tam da o noktadayız.
Bu “Yeni Türkiye” projesinin bizi daha iyi bir yere götüreceğini de sanmıyorum. Yukarda aktardığım saptamaya, kitaba ilişkin şu gözlemlerden geçerek gelmiştim: 1) Davutoğlu, Huntington’un uygarlıkla çatışması projesini (pardon savını diyecektim) benimsiyor. Davutoğlu, Başbakanlığı devralırken yaptığı konuşmada da açık bir biçimde “Restorasyon” kavramıyla ifade ettiği savları, o kitabından “Türkiye için yeni bir dış politika vizyonuna, hatta bir jeopolitik yenilenmeye, tarihine ilişkin bir yeniden anlamlandırma çabasına gereksinim” olarak özetleyerek aktarmıştım. Davutoğlu, bu gereksinime cevap vermek üzere, kitabında iki ‘vektör’ oluşturuyordu: “Ülkenin coğrafi konumu ve tarihsel kültürel mirası.” Ancak “Davutoğlu, en az bunlar kadar önemli bir üçüncü vektörü” ekonomi politiği, ülke ekonomisindeki hâkim örgütlenme biçimine, sınıflar matrisine, teknolojik, mali kaynaklara, dünya ekonomisiyle bütünleşme biçimlerine ait bir gerçekliği yadsıyor, belki de çok sancılı bulduğu için “bastırıyordu”.
Davutoğlu’nun projesini, gerek ülkenin gerekse de bölgenin siyasi coğrafyasını, yeniden yapılandırmaya ilişkin olduğunu göz önüne aldığımızda bu yadsımanın vahameti de ortaya çıkar. Mekânsal değişimleri, yıkım ve yeniden şekillenmeleri ideolojik/teorik tasarım ve kültür değil, egemen üretim tarzının özellikleri, dinamikleri belirler. Bu yüzden ideoloji ve kültür, egemen üretim tarzının özelliklerini, dinamiklerini hedef alarak işe başlamıyorsa, onun bu belirleyiciliğinin dışına çıkamaz.
“Batı modernitesi” (“medeniyeti”), onun mekân biçimleri (Örneğin: Doğu-Batı; Merkez-Çevre) kapitalist üretim tarzının ürünüdür. Alternatif zaman ve mekân biçimleri, ancak bu üretim tarzının ufkunun ötesine bakarak düşünülebilir.
Davutoğlu’na göre “Bugün Batı’da varoluş felsefesi anlamında bir bunalım yaşanıyor; Batı’nın insanoğluna sunabileceği açılımların sınırına gelinmiş durumda!” (1993, Doktora tezinden aktaran, Karaveli & Cornell, Bipartsan Policy Center, 25/98/14; 2009, “Küresel Bunalım” derlemesinden aktaran, Taner Timur.) Bu saptamaya “doğru, çünkü kapitalist üretim tarzı derin bir kriz yaşıyor, bu krizde ürettiği kültür, ‘kapitalist gerçekçilik’ artık bir gelecek tasarımı sunamıyor” diyerek katılmak olanaklı, ama Davutoğlu başka bir yoldan ilerliyor: “Batı uygarlığı” karşısına “İslam uygarlığını” koyuyor. Bu karşılaşmanın motor gücü olarak da potansiyel bir Müslüman siyasi elit iradesini işaret ediyor.
Bu siyasi “elit iradesi” kavramı bize, Hitler’i, Leni Riefenstahl’ın “İnancın Zaferi”, “İradenin Zaferi” gibi propaganda filmlerini anımsatsa da, Müslüman entelijansiyanın sınıf refleksinin dışavurumu olarak saptayıp, üzerinde fazla durmadan soralım: Bu “Müslüman uygarlık” hangi “üretim tarzına” dayanıyor? Bu “uygarlık çatışması”, “siyasi elitin iradesi”, Türkiye için ne anlama geliyor?
Birinci sorunun cevabının, haraç almak, evde nakit istif etmek gibi pre-kapitalist kalıntıları bir kenara bırakırsak, “çevre ülke” kapitalizminden başka bir önerisi olabileceğini düşünmek için bir neden yok. İkinci sorunun cevabıysa, “yüz yıllık parantezi kapamak” ifadesinde karşımıza çıkıyor. Bu cevap kapitalist modernitenin Cumhuriyet, güçler ayrılığı, parlamenter demokrasi, işçi hakları, kadın hakları, LGBT hakları gibi “Batı özentisi” bir “ütopyanın” ürünü kazanımlarının yok edilmesini vaat ediyor.
Yeni Türkiye Projesi
Yazarın Son Yazıları
Türkiye, yıllardır siyasal İslam rejiminin “toplumsal ruh mühendisliği” projesinin baskısı altında yaşıyor.
Erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist ve siyasal İslamcı ideolojilerle hesaplaşmadan algoritmaları suçlamak kolaydır ama asıl nedeni görünmez kılan politik bir kaçıştır.
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...