Türkiye sosyalist solunun tarihinin, içerdiği farklı geleneklerin, 12 Eylül öncesi ve sonrası deneyiminin üzerine “düşünmek” bir yana dursun, bu hareketin parçası bile olmayan, tarihsel hedeflerini paylaşmayan yazarların kanaatleri, “öyle yapsın böyle yapsın” önerileri artık kabak tadı verdi.
Aslında, ürettikleri “söylem pratikleri” bağlamında bakıldığında, bu yazarların esas işlevinin sosyalist sola akıl verme postunun altına, sosyalist sola ilişkin olumsuz önyargıları güçlendirmek, düzenin tüm siyasi akımlarının çürüdüğü bir ortamda, okuyucularının gözlerinde sosyalizmin bir seçenek haline gelmesini önleme kurdunu gizlemek olduğu bile söylenebilir.
Bu pratiğin son örneklerinden biri kendince durumu şöyle özetliyor: “Kürt siyasi hareketi kendini yoktan var etti ve bugün sadece Türkiye’nin değil aynı zamanda da Ortadoğu’nun en önde gelen aktörlerinden biri haline geldi. 1970’li yılların önde gelen siyasi güçlerinden olan Türk sosyalist solu ise zamanla yok olmaya yüz tuttu.”
(…)
“Türk solunun... Kürt hareketine ideolojik, politik yol göstermelerden ziyade, kendi ideolojik-politik duruşunu gözden geçirmek, buna bağlı olarak yeni örgütlenme modelleri geliştirip ülkenin batısında yeniden güçlü bir sol hareketin doğuşunu sağlamak olsa gerek.”
Bunlar “düşünceden” yoksun kanaatler. Birincisi iki farklı ama örtüşen sosyal formasyonda, iki farklı projeyi benimsemiş iki farklı akım, karşılaştırmanın ölçütlerini tanımlama, sınırını çizme zahmetine katlanmadan karşılaştırılıyor. Bu sığ karşılaştırmadan da son derecede güçlü bir sonuç üretiyor.
Diğer taraftan Türkiye sosyalist solu, 1980’lerde yalnızca, örgütsel olarak değil, fiziki olarak imha edilmekle kalmadı, postmodernizmin, sol liberalizmin saldırıları altında, 1989 sarsıntısını yaşayarak kültürelteorik bir travma geçirdi. Sosyalist sol bu yıkımdan 20 yıldır yaralarını sararak çıkıyor. Kitleleri, gençleri etkilemeye başlarken, AKP’nin referandumda ihmal edemediği bir varlık, bu tür yazarların yazılarının da konusu olmaya başladı. ÖDP, Halkevleri, TKP gibi yapıların, irili ufaklı çevrelerin çalışmalarını, LGBT hareketini, 1 Mayıs meydanlarını, “Gezi olayını”, “olaya” tüm Türkiye çapında katılan milyonlarca insanı görmezden gelebilir miyiz?
Evet Kürt siyasi hareketi“Türkiye’nin değil aynı zamanda da Ortadoğu’nun en önde gelen aktörlerinden biri haline geldi”. Ancak ne bu hareket kendini yoktan var etti ne de Ortadoğu’nun en önde gelen (doğru ama abartılı bir tespit olduğunu jeopolitikle yakından ilgilenenler hemen göreceklerdir) aktörlerden biri haline gelmesi, salt kendi özelliklerinden kaynaklandı
Türkiye sosyalist hareketinin 1970’ler boyunca en önemli teorik tartışma, ayrışma alanlarından biri de “Kürt sorunu”ydu. 1977- 1978 1 Mayıs’larına katılmış olanlar, atılan sloganlarda, pankartlardan bunu kolaylıkla görebiliyorlardı. Kürt siyasi hareketi bu birikim üzerinde devlete karşı, şiddet araçlarını da kullanarak, projesini giderek daha ulusalcı bir zemine çekerek, kendi sağındaki güçleri de kapsayacak biçimde genişleterek güçlendi.
Aynı dönemi Türkiye sosyalist hareketi, 1970’lerin deneyiminin, bir yenilgi ruh hali ile, doğruluğu çok şüpheli bir okunuşu üzerinden kendini “demokratik”, “özgürlükçü” biçimlerde yeniden canlandırmaya çalışıyordu. Bu ruh hali içinde Kürt hareketine akıl vermek, ona yukardan bakmak bir yana, onunla yeterince diyalog kurmadığı, kimi zaman kendi otonomisini terk ettiği, yeterince tartışmadığı, onun gittikçe ulusalcı zemine kaymasını eleştirmekten sakındığı, kolaylıkla söylenebilir.
Bu iki hareketin etkinliklerinin “sıcaklık derecesinin” birbirinden çok farklı olduğunu düşünerek bu sakınmayı anlamak da olanaklıdır. Bu sürece, Türkiye sosyalist hareketinin, SSCB’nin yıkılmasından sonra tarihi tartışarak yeniden edinmekten kaçınmasını, bir arada durabilmek kaygısıyla teorik tartışmalardan uzak durmasını, çoğu kez “demokrasi” sınırları, kimlik siyaseti içinde kalmasını da eklemek gerekir.
Ancak zamanla sosyalist hareket bu enkazın içinden çıkmaya, özgüvenini kazanmaya, kendini yeniden inşa etmeye başladı. Bugün “yok olmaya yüz tuttu saptaması” eğer “düşüncesiz” bir kanaat değilse, “kasıtlı bir saptırma” suçlamasından kendini kurtaramaz.
Türkiye Sosyalist Solu Üzerine...
Yazarın Son Yazıları
Türkiye, yıllardır siyasal İslam rejiminin “toplumsal ruh mühendisliği” projesinin baskısı altında yaşıyor.
Erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist ve siyasal İslamcı ideolojilerle hesaplaşmadan algoritmaları suçlamak kolaydır ama asıl nedeni görünmez kılan politik bir kaçıştır.
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...