Pazartesi yazımda, uygarlığın geleceği, küresel ısınma ve iklim değişikliği üzerine iki önemli araştırmanın çok kritik bulgularını aktardım. Sonra da Thomas Pikkety’nin büyük yankı uyandıran “21. Yüzyılda Sermaye” başlıklı çalışmasını (açıkçası, yansıttığı anksiyeteye dikkat çekmek için) çok kısaca aktardım.
Şimdi bu resme, Goldman Sachs’ın baş ekonomistiyken BRICS kavramını yaratan Jim O’Nneil ile Bruegel Enstitüsü uzmanlarından Alessio Terzi’nin birlikte hazırladıkları, Bruegel Enstitüsü tarafından yayımlanan “Ticaretin değişen kalıpları Avrupa ve dünyanın değişmeyen yönetişimi” (Changing trade patterns, unchanging European and global governance) başlıklı çalışmalarını eklemeye çalışacağım.
O’Nneil ve Terzi’nin çalışmalarının temel tezi kısaca şöyle özetlenebilir: Son 15 yılda dünya ticaretinin geleneksel Batı merkezli kalıpları değişti. Ticaretin ağırlığı “Batı” dünyasından uzaklaşarak Doğu’ya kayıyor. Bu süreç Batı merkezli ticaret kalıplarını, uluslararası para sistemini yönetmek üzere kurulmuş, geliştirilmiş kuralları, kurumları zorluyor. Bu koşullar özellikle Avrupa Birliği’nin geleceği açısından ciddi bir tehdit oluşturuyor. Varlık nedeni üyelerinin ağırlıklı olarak kendi aralarında ticaret yapıyor olmalarına dayalı bir ortak pazar, para sistemi ve ekonomik bölge; en önemli üyelerinin bölge dışıyla yaptıkları ticaret göreli olarak arttıkça varlık nedenini kaybetmeye başlıyor.
O’Nneil ve Terzi’nin araştırmasının bulgularına göre (yazarlar BRIC ülkelerinin payındaki değişimi saptıyorlar, ama özellikle Çin üzerinde duruyorlar) Çin’in dünya toplam hasılası içindeki payı 1991-2000 arasında yüzde 2.06, 2001- 2010 arasında yüzde 5.25 artarken ABD’ninki aynı dönemlerde önce yüzde 4.91 artmış, sonra yüzde 9.12 gerilemiş, Japonya’nınki sırasıyla yüzde 0.7 ve yüzde 4.28 gerilemiş. Avrupa Birliği’nin payının da yüzde 6.59 ve yüzde 1.21 gerilediği görülüyor
Batı blokunun dünya hasılası içindeki payı 1991-2000 arasında yüzde 1.68 artarken 2001-2010 arasında yüzde 10.33 gerilemiş. Çin dünya ticareti içindeki payını 2002-11 arasında yüzde 5.4 artırırken OECD grubunun payı yüzde 12 gerilemiş.
Son yıllarda, 2006-2013 arasında Çin’in küresel rekabetçilik endeksi sıralamasındaki yeri birçok alanda yukarıya doğru tırmanmış. Örneğin, Çin kurumsal alanda 75. sıradan 47. sıraya yükselmiş. Bu veriler aynı dönem için Çin’in eğitim ve sağlık alanında 80. sıradan 40. sıraya, emek piyasası etkinliği alanında 54. sıradan 34. sıraya, mali piyasalar alanında119. sıradan 54. sıraya, yaratıcılıkta 38. sıradan 32. sıraya yükseldiğini gösteriyor. Tüm bu gelişmelere karşın yeni teknolojilere hazır olma alanında 69. sıradan 85. sıraya düşmüş olması, Çin’in hâlâ yeni bir sermaye birikimi modeli (bu yeni bir emek süreci, verimlilik artışı anlamına geleceğinden) üreterek kapitalizmin yapısal krizinden çıkışa öncülük etme noktasından uzak olduğunu düşündürüyor.
Yazarlar ABD ekonomisinin, “mali krizden çıkarken” bir “seküler durgunluğa” girmesine, AB’nin hâlâ resesyonda olmasına dayanarak yukarıda aktardığım değişimin, verili kurumsal düzeni, kuralları zorlamaya devam edeceğini savunuyorlar. Ben de buradan, “Batı merkezli hegemonya düzeni sert pazarlıklara sahne olacak, dağılmaya devam edecek” sonucunu çıkarıyorum.
Bu pazarlık ve dağılma sürecinin üç önemli, çoğu kez birbiriyle kesişen özelliği daha şimdiden (Bkz: Son örnek: Ukrayna) kendini gösteriyor: Büyük güçler arası sürtüşmeler, yükselen milliyetçilik ve kitle eylemlilikleri.
AB üyeleri arasındaki ticari bağlar zayıflamaya devam ettikçe Birliğin kurallarına uymak, halklara, özellikle kriz içinde daha da ağır gelecek. Bunu, şimdiden sağ popülist, AB’ye karşı milliyetçilik kartını kullanan, ırkçı partilerin artan oy oranlarında görmek olanaklı. AB halklarının tepkileri yalnızca seçimden seçime sağ popülist partilere kaymakla kalmıyor, sık sık kendiliğinden kitle eylemleri, protesto gösterileri, daha düzenli grevlerle de patlak verebiliyor. Bu iyi tanımlanmamış, örgütsüz protestolar sol gruplara olduğu kadar sağ gruplara da eylem, çalışma alanı sunuyor.
Hem genel olarak dünya düzeninin kurumları hem de özel olarak birçok Batı ülkesinde düzenin meşruiyetini koruma kapasitesi giderek zayıflıyor... Buradan bir “olay” çıkar mı?
Bir Dönüşümün Eşiğinde - II
Yazarın Son Yazıları
Türkiye, yıllardır siyasal İslam rejiminin “toplumsal ruh mühendisliği” projesinin baskısı altında yaşıyor.
Erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist ve siyasal İslamcı ideolojilerle hesaplaşmadan algoritmaları suçlamak kolaydır ama asıl nedeni görünmez kılan politik bir kaçıştır.
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...