Peki, ya sahne nasıl dünyalar yaratır?

23 Mayıs 2016 Pazartesi

“Dünya bir sahnedir…”
Ölümünün 400. yılı nedeniy le bütün dünyada anılan William Shakespeare’e (1564-1616) atfedilen bu söylem, yalnızca bir özdeyiş olmanın ötesindedir ve -seyirci dahil!- tiyatroya bulaşan herkes için olmazsa olmaz bir buyruğu da dile getirir: Dünyayı bir sahne olarak da görebilmek!
Başka deyişle, dünyayı aynı zamanda renklerden, gölgelerden ve çizgilerden oluşma bir bütün olarak göremeyen bir ressam ya da karelerden oluşma bir kurgu olarak kafasında canlandıramayan bir sinemacı ne kadar sanatçı(!) sayılabilirse, aynı dünyayı sahne ile özdeşleştiremeyen bir tiyatrocu da ancak o kadar “sanatçı” sayılabilir – yani: Sanatçı sayılamaz!
O zaman bizim de bir “oyun” olduğu savıyla sergilenen her gösterimin ardından şu sorgulamayı yapmamız, sanırım eleştirel düşünebilme yetisinin sanata değgin bir uygulaması olacaktır: Dünyadan bir tutamı sahnede kurgulayan bir düzenleme, bize nasıl bir dünya sunmaktadır?

Sahnedeki dünyanın ‘gerçekliği’ sorunu…
Geçen günlerde Kadıköy’de, Müjdat Gezen Sanat Merkezi sahnesinde izlediğim “Kuvayi Milliye Destanı”, görkemli ve ancak usta işi diye nitelendirilebilecek finalinin hemen ardından biraz yukarıdaki sorunun tüm berraklığı ile kafamda biçimlenmesine yol açtı. Sorunun bu kadar erken gelişini doğal olarak sunulan gösterimin başarısının ilk kanıtı saydım. Çünkü çıkış noktası tarih yüklü olan bir gösterim, her zaman bu yükün ağırlığı altında birtakım kalıplaşmış çözümlemelerle ya da klişelerle karşılaşma riskiyle karşı karşıyadır. Bu tür risklerin en büyük sakıncası da seyirciye “zaten bildiklerini şimdi bir de sahnede izlediği” duygusunu aşılayabilmesi ve bununla sınırlı kalmasıdır. Oysa bir eserin, onu sanat eseri kılan birincil niteliği, konusu ne kadar bilindik olursa olsun, kendisiyle ilişki kuran izleyiciye “Şimdiye kadar bu konuyu hiç böyle düşünmemiştim” dedirtebilmesidir. 20. yüzyılın Batı sanat terminolojisi, sanat eserinin onun alımlayıcısında yarattığı bu etkiyi estetik yaşantı diye adlandırmıştır.

Ayşe Emel Mesci’ni nasıl başarısı…
Kuvayi Milliye Destanı” oyununun yönetmeni ve koreografı Ayşe Emel Mesci’nin büyük başarısının özü de işte tam bu noktada yatıyor. Yakın tarihin Milli Mücadele ve Mustafa Kemal gibi en ağırlıklı ve en bilinen olgularıyla dolu bir oyunun sonunda seyirciye: “Bu açıdan hiç bakmamıştım!” dedirtebilmek, üstelik bu sonuca Nâzım Hikmet’in görkemli destanının altında hiç kalmaksızın ve tamamı genç oyunculardan oluşma, on sekiz kişilik, birlikte saat gibi işleyen bir kadro ile ulaşabilmek, sahnede bir tür kumar oynamakla eşanlamlı. Bu kumarda Mesci’nin elini güçlendiren en güçlü yardımcılardan biri hiç kuşkusuz Nâzım’ın destanını oyunlaştıran Ali Berktay’ın hiçbir abartıya sapmayan sahne metni ve finalde büyüsü tavana vuran ışık koreografisi.
Nâzım’ın da, “Kuvayi Milliye Destanı”nın da onyıllardır aşinasıyım – Mustafa Kemal’in ise tiryakisiyim. Ama tiyatro sahnesinde böylesini bugüne kadar ne görmüştüm ne de olabileceğini düşünmüştüm!



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları