Bugünlerde sık sık şu söylemin çeşitli versiyonlarını işitiyorum: “Akademisyenler halk için değil hakikat için çalışan insanlardır. Güncel sorunlara ilişkin onlardan bir şey beklemek doğru değildir.”
Nasıl ki bazı gazetecilerin “Neticede ben de maaşımı şu kişiden alan bir insanım” diyerek niçin bazı konularda konuşmadığını meşrulaştırmaya çalışması gibi şimdilerde de üniversitelerimizde ülkemizde olup bitenlere karşı seslerini çıkarmayan akademisyenler kendi varoluşlarını böyle bir söylemle meşrulaştırmaya çalışıyor.
Bugün ülkemizde 35 binden fazla profesör, 20 binden fazla doçent, 45 bine yakın doktor olmak üzere yüz binden fazla öğretim üyesi var. Öğretim ve araştırma görevlileri dahil edildiğinde bu sayı 180 bini aşıyor. Hal böyleyken, görünen o ki, nicel birikimler öyle kendi kendine nitel birikimlere yol açmıyor!
Evet, her yerde olduğu gibi üniversitelerde de yandaş öğretim üyeleri giderek çoğaldı, çoğalıyor – ancak üniversitelerimizde akademisyenlerin büyük çoğunluğu halen hiç de yandaş olmayan insanlardan oluşuyor. Elbette yandaş akademisyenlerden haklar ve özgürlükler adına bir beklentimiz yok, ancak yandaş olmayan akademisyenler… bu insanlar neden konuşmuyor, neden susuyor?
Bu soruyu sormakta haklıyız! İkinci cumhuriyetçi zihinlerin zannettiği gibi her tür faturayı halk öderken akademisyenlerin görevi hakikat için çalışmak ve yaklaşan faşizm altında demokratik pozlar verip fotoğraflar çektirmek değildir!
En ufak bir düşünsel sıçramanın en büyük değişimleri doğurduğu yerler olan üniversiteler, hakların ve özgürlüklerin güvencesi olan kurumlardır. Bu güvenceyi susarak değil, konuşarak –hatta yeri geldiğinde haykırarak sağlarlar.
Bugün bunun çok uzağındayız; bir avuç faşizm sevdalısı cumhuriyeti katlediyor ve ülke entelijansiyasının en başat aktörleri olan akademisyenler birer aydın olarak önümüzü açmaları, öncülük etmeleri gerekirken, toplanıp tek bir açıklama yapmıyorlar. Yasal haklarımız, anayasal haklarımız ve artık en temel insan haklarımız bile ayaklar altına alınırken onlarca hukuk fakültesinden tek ses çıkmıyor!
Bunun yerine tenhalarda serzenişlerde bulunup birbirlerini çekiştiriyor ve bol bol ülkelerinden şikâyet ediyorlar –sanki kendileri o ülkenin bir parçası değilmiş gibi hiçbir sorumluluk almayan çaresizlik gramerleri üretiyorlar. Ezberlenmiş argümanlarla kendi ütopik dünyalarına dalıp kariyerizmi reddedip kariyerizm içinde eriyip gidiyorlar.
Gördük onları; bazılarını 2018’de en eski beşinci üniversitemizde AKP kongresi için Erdoğan’ı ayakta karşılayıp kongreye uğurlarken gördük; bazılarını 2022’de yakın zamanda namaz kılmak için Suriye’ye giden İbrahim Kalın’dan felsefe nutukları dinlerken gördük; meslektaşları bir bir üniversitelerden uzaklaştırılırken seslerini çıkarmazken gördük ve görmeye devam ediyoruz!
Hayır; burada, yandaş akademisyenlerden değil yandaş olmayanlardan söz ediyorum –nasıl tepki verecekleri yerine yandaş olmadan nasıl yanaşacaklarını düşünenlerden söz ediyorum!
Düşünsel mücadele, söylemlerin özüne nüfuz etme ve söylemlerin özgürlükler ve haklardan yana filizlenip gelişmesini elde tutma mücadelesi demektir ve bu mücadelenin en başat mekânı üniversitelerdir. Bu yüzden faşizme giden yolun önünü açan son aşamalardan biri baskılar karşısında diz çökmüş bir akademisyen tayfasıdır. Akademisyenler bunu 1930’larda faşizme terk edilen İtalya, Almanya ve İspanya gibi ülkelerde acı bir şekilde deneyimledi. Bilhassa Almanya’da dünyanın en gelişmiş üniversitelerindeki akademisyenlerin öykülerini çok iyi biliyoruz bugün. Şimdi ülkece biz de bunu mu yaşayacağız? Yoksa, bugün güç arayan, güçlenmek için çalışan demokrasi ve cumhuriyet mücadelesinin en önünde mi göreceğiz onları?
***
Geleceğimiz bugün yaptıklarımız kadar yapmadıklarımız tarafından da belirlenir. Üniversitelerin konuşması demek cumhuriyetin canlanması demektir!