Ayşe Emel Mesci

Çekilen acıyı duymak

04 Aralık 2017 Pazartesi

Çocuk cezaevinde, sıkça kullanılan diğer adıyla “sübyan koğuşu”nda isyan çıkıyor. Gördükleri kötü muamele hepsini canından bezdirmiş. Ölümü bile göze alarak isyan ediyorlar. Bir tek talepleri var: Başka bir cezaevine nakledilmek. Korkunç bir kargaşa yaşanıyor. Ölenler, yaralananlar... İsyan kırılıyor, feci bir dayak yiyor çocuklar ama sonunda istedikleri oluyor. Başka cezaevlerine naklediliyorlar. Peki bir şey değişiyor mu? Hayır, gittikleri yeni cezaevinde de aynı kötü muamele, aynı baskı sürüyor.

‘Duvar’
Yılmaz Güney’in 1983 yapımı “Duvar” filminin son karelerini İletişim Topluluğu’nun düzenlediği etkinlik kapsamında ODTÜ’de öğrencilerle birlikte izlerken, yaşadığımız ülkenin koca bir hapishane haline geldiği bundan güzel anlatılamazdı diye geçiriyorum içimden. Zaten filmden sonra yapılan ve Ali Berktay ile birlikte katıldığımız söyleşide de bu fikrimi dile getiriyorum.
Ben, Yılmaz Güney’in “Duvar” filminin, çok namuslu bir tanıklık olmasının yanı sıra, memleketini ve çağını içinde hissetmiş yaratıcı bir sanatçının öngörü ve sezgi gücünün de iyi bir örneği olduğunu düşünüyorum.

ODTÜ İletişim Topluluğu
ODTÜ’lü genç arkadaşlarımla filmi tartışıyoruz, Yılmaz Güney’i, cezaevlerini, özellikle de çocuk cezaevlerini konuşuyoruz. İletişim Topluluğu bu yıl cezaevlerindeki, ıslahevlerindeki çocuklarla ilgili etkinlikler yapmayı programlamış. Bu konuda bilgi ve fikir alabilecekleri kurumlarla, kişilerle ilişki kurma yönünde çaba gösteriyorlar. Zaten “Duvar” filminin gösterimi ve bizimle temas kurmaları da bu çerçevede gerçekleşmiş. Şimdi cezaevlerindeki çocuklarla mektuplaşma kampanyası başlatmaya hazırlanıyorlar. “Bunlar belki çok önemsiz görünebilir, ama biz onların içerideki zamanlarının çok küçük bir bölümünü bile dört duvar arasına hapsolmadan, başka şeyler düşünerek geçirmelerini sağlarsak, bu bile önemli” diyorlar. Ülkenin geleceği olan gençlerin temel sorunlarımızdan biriyle böyle içtenlikle uğraşmaları, onu dert edinmeleri, kendilerince çözümler arayıp üretmeleri insana ümit veriyor, güven veriyor. “Yaptığımız başvurularda hep bir engel çıkıyor önümüze, bir noktaya geliyoruz tıkanıyoruz” diyorlar. Ben de onlara filmdeki kadınlar koğuşu bölümlerinin aslında benim anılarım olduğunu anlattıktan sonra, Adapazarı Cezaevi’nde yatarken yandaki “Sübyan Koğuşu”ndan zaman zaman gelen dayak seslerini, çığlıkları duyup meraklanınca, kalorifer borusunun yanında nasıl delik açıp oradan ince kağıt rulolarla çocuklarla haberleştiğimizi anlattım. “İsterseniz her engeli aşabilirsiniz” dedim ve bunu inanarak söyledim, çünkü aşacaklar biliyorum.
Hallac-ı Mansur’a atfedilen çok düşündürücü bir söz var: “Cehennem acı çektiğimiz yer değildir; acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir.”
Eğer vatandaşına dolayısıyla kendisine saygılı, onurlu bir ülke olarak yola devam etmek niyetindeysek, yukarıdaki sözün cezaevlerinin, hele de çocuk cezaevlerinin durumunu akla getirmeyeceği koşulları sağlamak zorundayız. Çünkü Adapazarı Cezaevi’nde bizzat tanık olduğum şiddet, Yılmaz Güney’in anlattıkları (bir basın toplantısında filmi çok sert ve abartılı bulan bir gazeteciye, filmde izlenenin kendi tanık olduklarının ancak onda biri olduğunu söylemişti ve bu doğruydu), son zamanlarda basına sık sık düşen Pozantı gibi haberler, cezaevlerindeki eziyeti aktaran haberler bende doğrudan doğruya bu çağrışımı yaratıyor: Acı çektiklerini kimsenin duymadığı bir cehennemde yaşamak zorunda bırakılan çocuklar...
Bu cehennemlerden kurtulmak lazım, hiç değilse çekilen acıyı duymak lazım.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları