Bağış Erten

Önümüzdeki/Arkamızdaki Maça Bakmaktan Bıkmadınız mı?

06 Mayıs 2015 Çarşamba

Bu yazıya başlarken son derece kararlıydım. Artık futboldan, hem de ‘günümüz futbolu’ndan bahsedecektim. Bilic’in teknik direktörlük yetilerini sorgulayacak, İsmail Kartal’ın neyi başarıp neyi başaramadığını anlatacak, Galatasaray’da yönetim sorununun lige etkisine bakacaktım. Evet, Beyaz Futbol ne konuşacaksa ben de onu yazayım istiyordum. Sonuçta ağzıma geleni söyleyebilme yeteneğini haizdim. Bilic’in maç içi hamle eksikliğini giderdiği belki de ilk karşılaşma olan Trabzonspor maçının önemine vurgu yapacaktım. Ama uyarmadan da geçmeyecektim: “Hakem meselesinde ‘öğrenilmiş çaresizliğe doğru koşan psikolojiyle şampiyonluk zor.” İyi teknik adamlar varken bile her şeyi kendine yontan Aziz Yıldırım yüzünden Fenerbahçe’nin şampiyon olma ihtimalinin beni ürküttüğünden bahsedecektim; sonuçta şampiyon olurlarsa kimin sahipleneceği belli, değil mi? Sezon içi; antrenör, başkan, sonra tekrar başkan değiştiren bir takım olarak Galatasaray’ın kazandıran ama içime sinmeyen oyunundan dem vuracaktım. Bildiğiniz mitralyözü koyacaktım, gelene Erman Hoca, gidene Hıncal Abi, olmadı Ahmet Çakar bile olacaktım. Yok derdim reyting falan değildi. Ama galiba, yazı gibi olmuyor bunlar. Suya bile yazsanız bulanıncaya dek bir süre yazı kalır. Bunlar kalmıyor. Yorumlamak neyse de, ona buna sallamakla iyi ‘yazı’ yazılmıyor.
Çünkü düşünce üretmek bu değil! Var olanın eleştirisinden, karşıdakine sallamaktan ibaret bir yazı kültürü bana cazip gelmiyor. Konu en basitinden futbol da olsa böyle, ya da ne bileyim misal Merkez Bankası faizleri de... Memleket tribünlere ayrılmış gibi konuşuyor artık her şeyi. Eskiden ‘taraftar gibi yazmak’ aşağılayıcı bir nitelikti. Dar görüşlülüktü. Şimdi her şey bu tornadan çıkıyor. Önce ikiye indiriyoruz. Sonra da tarafımızı seçip diğerine yükleniyoruz. O kadar ki misal dolarcılarla avrocuları bir stada doldursak yine stadyum atmosferi üretmek an meselesi! Hâl böyle olunca insan memleket futbolu yazmaktan soğuyor.
Oysa 5 hafta sonra şampiyon belli olduğunda, şampiyonluğun hikâyesi nasıl yazılacak, beni asıl o ilgilendiriyor. O hikâyede Bilic’in oyuncu değişiklikleri, İsmail Kartal’ın basın toplantıları, Abdürrahim Albayrak’ın açıklamaları olmayacak. Sahadaki oyunun bütünlüklü öyküsünden yapılacak klipler. Kırılma noktalarından, muhteşem dönüşlerden, olmadık işlerin başarılmasından... 2 sene sonra ise sadece en büyük resim kalacak aklımızda, o da biraz flû olarak. Misal diyeceğiz ki Bilic ne güzel adamdı. Ya da Hamzaoğlu veya Kartal... Asıl konu da bu zaten. Geriye kalan... Çünkü futbol bu toplam izlenime göre yorumlanan, yorumlanması gereken bir oyun. Takımın geride bıraktığı tortuya göre. Ân’lara, kararlara, ofsaytlara, o ‘ne dedi’lere, oyuncu değişikliklerine göre değil; süreçlere, planlara, sezonlara, bütüne göre...

Etik dışı mı, ‘futbolda bu da var’ mı?
Geçen hafta İngiliz futbolunun önemli yazarlarından Jonathan Wilson, Guardian’da zihin açıcı bir makale yazdı. Konu şampiyon Chelsea’nin teknik direktörü Mourinho’nun, ‘etik dışı’ ve ‘sıkıcı’ olmakla suçlanan futboluydu. (Evet, şampiyon takımın başındaki insan daha sezon bitmeden ağır eleştiriler alabiliyor orada.) Chelsea, en yakın rakipleriyle oynadığı tüm maçları kısırlaştırmış ve çoğundan bu şekilde ya yenilmeden ya da tek farklı galibiyetle çıkmıştı. Ligin en fazla paraya sahip takımlarından biri olarak daha iyisini görmek isteyenler de eleştiriyordu Mavileri. Katılmıyor Wilson. “Eleştiri evet, ama etik dışı diyemezsiniz” iddiasında. “Bazıları da defans yapmayı zevkli bulabilir” diyor. “Eğer hile yoksa, şiddet yoksa bir oyun tarzını beğenmediğiniz için onu ahlaksız olmakla itham edemezsiniz” diyor. Ve konuyu ta 1950’lerdeki Arjantin ekibi Estudiantes’in koçu Osvaldo Zubeldia’dan alıp anti-futbol tartışmasına götürüyor ve bugünün farkından dem vuruyor. Ama eklemeden de duramıyor: “Bu kadar parayla tercih edilen oyun bu mu olmalıydı?
Zihin açıcı değil mi? Böyle bir şeyi, bu açıdan tartışmak daha iyi gelmiyor mu size? Gelmiyorsa reklamlardan sonra bomba konular, sürpriz konuklar ve flaş açıklamalarla karşınızdayız.

Örnek AFC Bournemouth, Barça Değil
Bir başka Wilson, Jeremy Wilson’ın kasım ayında Daily Telegraph’taki yazısıyla izlemeye başladım AFC Bournemouth’u. Çok hoş bir öyküleri var. Zaten İngiltere 2. kümesi olan Championship’i kazandıktan sonra da tüm dünyada ünlü oldular. Yeni bir Rus milyarder sahipleri, emektar bir başkanları ve hiçbir şey harcamayan, ceplerinden çıkan her kuruşu kendi cebinden çıkıyormuş gibi gören de bir teknik adamları var. Başkanları Mostyn’ın bizzat kendisi tarihlerinde ilk kez çıktıkları Premier Lig başarısını bir ‘peri masalı’ diye anlatıyor. Ama bu hikâyeyi yazanlar masaldan değil gerçekçilikten dem vuruyor. 2008’de iflas ederlerken 100 bin Pound’la kurtuluyorlar. O sezon eksi 17 puanla Ligue 2’deler (4. küme). Sonra takımın emektarı Eddie Howe başa geçiyor. Teknik direktör olarak ‘yeni yetme’, kulüp insanı olarak ‘tekaüt’, 37 yaşındaki teknik adam takıma öyle bir dokunuyor ki Premier League’e kadar geliyorlar. Sadece ‘7’ senede. Ve bunu geçen sezon 5,1 milyon Pound’luk ciroyla yapıyorlar. Türkçeye çevirirsek ederi 20 milyon TL civarı. Yani bizim kendilerine büyük diyen takımların senelik yayın geliri kadar bir parayla. Alın size iyi emsal.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Bu sezon o sezon değil 2 Eylül 2018
Herkes biliyor 29 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları