Ulusçuluk, ulus devlet ve Kürtler (5)

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Şeyh Sait isyanının bastırılmasından hemen sonra TBMM 4 Mart 1925 günü “Takrir-i Sükûn” (Huzurun Sağlanması) kanununu kabul etti.
Kanunun 1. maddesi şöyleydi:
“İrticaa ve isyana ve memleketin nizam-ı içtimaisini (toplumsal düzen) ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale bâis (bozmaya yönelik) bilumum teşkilât ve tahrikat ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı (örgütlenmeleri, kışkırtmaları, yüreklendirmeleri, girişimleri ve yayınları), Hükümet, Reisicumhurun tasdikiyle ve re’sen ve idareten men’e mezundur (kendi başına yasaklamaya yetkilidir). İş bu ef’l erbabını (bu eylemleri işleyenleri) Hükümet, İstiklâl Mahkemesi’ne tevdi edebilir.”
Bu kanun salt Kürtlerin değil, İslamcıların ve sosyalistlerin de her türlü örgütlenme, siyasi ve basın- yayın faaliyetlerine karşı işletildi. İki yılda bir uzatılan bu yasanın yerine daha sonra Türk Ceza Kanunu’nda çeşitli yasa maddeleri, Terörle Mücadele Yasası ikame edildi. TCK’nin 140,.141., 142. ve 163. maddeleri nedeniyle ülkede cezaevi koğuşlarını içeriden görmemiş aydın kalmadı. Kürtlere neredeyse “k” harfini telaffuz etmeleri bile yasaklanırken, kurulan tüm sosyalist ve İslamcı partiler ardı ardına yasaklandı.

***

Lozan Antlaşması’nın 38. maddesinin ikinci bölümünü anımsayalım: “Herhangi bir Türk uyruğunun, gerek özel gerekse ticaret ilişkilerinde, din, basın ya da her çeşit yayın konularıyla açık toplantılarında, dilediği bir dili kullanmasına karşı hiç bir kısıtlama konulmayacaktır. Devletin resmi dili bulunmasına rağmen, Türkçeden başka bir dil konuşan Türk uyruklarına, mahkemelerde kendi dillerini sözlü olarak kullanabilmeleri bakımından uygun düşen kolaylıklar sağlanacaktır.”
Bu yükümlülüklerin tümü yok sayıldı. Bırakın Kürtlerin mahkemelerde kendi dillerini kullanabilmelerini, Kürtçe her türlü basın, yayın ve müzik yasaklar kapsamına alındı.
Güneydoğu ülkenin her açıdan en geri kalmış/bıraktırılmış bölgesiydi. Takrir-i Sükûn Kanunu ve ardılı yasalarla gelen baskılar bölge insanlarını hayatlarından iyice bezdirdi. Güneydoğu’da yeraltına inen örgütler kendilerine gelişmek için uygun bir zemin buldular.
Rizgarî-Ala Rizgarî, Özgürlük Yolu/TKSP, DDKD/KİP, KUK, TKDP, Têkoşîn, PKK gibi örgütlenmeler arasından PKK (Partiya Karkerên Kurdistan - Kürdistan İşçi Partisi) öne çıktı.

***

12 Eylül 1980 darbesi, PKK için Diyarbakır’da bir “okul” oldu. Binlerce Kürt genci Diyarbakır Cezaevi’nde işkenceden geçti. 1981-1989 yılları arasında işkenceye maruz kalan 34 kişi öldü, yüzlerce kişi sakat kaldı. Bu kişilerden 25’i aldığı ağır darbeler sonucu, 5’i açlık direnişi sonucu yaşamını yitirdi. Tutuklulardan 5’inin kendini asarak, 4’ünün kendini yakarak intihar ettiği biliniyor. Fakat cezaevindeki işkenceci görevlilerden hiçbiri ceza almadı.
31 Ağustos 2009 tarihli Radikal gazetesinde yayımlanan “Üç Yılını Cehennemde Geçirdi” başlıklı yazıda Selim Dindar anlatıyor: “Ben siyasi biri değilim. Bu konularda birikimim yok. Ama 12 Eylül, Kürt sorununa herkesin dikkatini çekti, bu sorunu dünyaya duyurdu. Cezaevindeki vahşet olmasaydı, Kürt meselesi bu ülkede bu kadar erken açığa çıkmazdı. Diyarbakır Cezaevi’ndeki insanları birer militan haline getirdiler. Bunların yüzde 80’den fazlası dağa çıktı. İnsanın oradaki vahşeti gördükten sonra normal yaşama dönmesi çok zordu. ‘PKK hareketi 1984’te patladı’ derler ya, bu tarih, Diyarbakır Cezaevi’nden ana tahliyelerin olduğu tarihtir.”
Gerçekten de 1980 ve 1983 yılları arasında gerçekleşen işkence ve öldürme olayları,Güneydoğu bölgesindeki silahlı Kürt hareketinin temelinin atılmasında rol oynadı. Diyarbakır Cezaevi’nden çıkanlardan büyük çoğunluğu dağa çıktı, PKK’nin ana gövdesini oluşturup büyümesini sağladı.
Sürdüreceğiz.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Veda 28 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları