Hikmet Çetinkaya

Rüzgâr Geçidinde Ağlarken!..

02 Kasım 2014 Pazar

Ben onları tanıyorum gülüm, Karadeniz’de, Ege’de, Çukurova’da...
Bursa Karacabey’de, Gümüldür’de, dağlarda, ovalarda.
Toroslar’da, Gediz Ovası’nda, Çukurova’da...
Mardin Kızıltepe’den Ordu’ya fındık toplamaya giderken...
Açık kasa kamyonun üzerinde neredeyse çoluk çocuk 40 kişi...
Yorgan, döşek...
Kamyon ha devrildi ha devrilecek...
Devrilirken, o bebeler, analar, babalar, gençler ölürken, ovalara çadırlar kurulurken...
Ölümle hayat arasında uzanan o ince çizgiyi, bir kuşun kanat çırpışını...
Ne ışıkların sönmesini istiyorum, ne çiçeklerin solmasını, ne savaşları ne de ölümleri...
Yerin altı da üstü de bir gülüm!
Kökünden sökülmüş bir ağaç, şiddetli bir yakarış, insana değer vermeme...
Utkunun yaşanan o coşkusu yok!
Tarım emekçilerinin, maden işçilerinin hiçbir hakkı yok!
Ölecek onlar, ölecek...
Ya kamyona doldurulup 20 saat yolculuk yaparken, dağda bayırda dolaşırken, inekleri otlatırken...
Sabahın ilk ışıkları yanacak...
Şair Ahmed Şamlu gibi oturacağım pencerenin önüne, bir şeyler mırıldanacağım, adını gökyüzünün alnından alan seher vaktini seyredeceğim...

***

Seni kitaplara sığdıramadım ben gülüm, “Güneşin battığı yere götür” dedin götüremedim, senin sevdalarını, aşklarını anlatırken alın terinin karşılığını alamadığını da yazdım ama kimselere söz dinletemedim...
Ben senin yıllar önce Ceylanpınar Devlet Üretme Çiftliği’nde 4-5 lira gündelik alarak çalıştığını, bir sabah o kamyonda işe giderken Çırpı Deresi’nde sulara gömüldüğünü gördüm...
Ardından yakılan ağıtları dinledim, bir sabah uyandığımda Ordu’da güvenlik güçlerince gözaltına alındığını duydum...
Kızıltepe’den gelmiştin, Kürt’tün...
Dönemin valisi işkenceci, 12 Eylül’de Ankara’da DAL’ın başındaki kişiydi...
Bilmem anımsadın mı?
Ben seni daha sonra İstanbul’da gördüm, Lice’de...
Adın Ceylan’dı senin!
O çocuk bedenin paramparçaydı, tarlada koyunlarını otlatıyordun...
Lacivertler giyinmiş bir gecenin içinde ben sessizce ağlıyor, sana ağıt yakıyordum:
“Seni aramakta
Dağların eteğinde ağlıyorum
Denizin ve otların eşiğinde
Rüzgârın geçidinde ağlıyorum
Mevsimlerin dört yolunda
Bulutlu gökyüzünü
çevreleyen
Şu kırık camın önünde”.

***

Rüzgârın geçidinde ağlayanlar var gülüm, tıpkı senin, benim gibi...
Sevdalı bir bulut geçiyor bak Abdülvahap el Beyati’nin “Ölüm ve Zaman” şiirinin üzerinden...
Sürgünde bir çocuk bakıyor gözlerimizin içine; özlem kuşunun kanatlarında uykuya yatıyor insanlar; Ermenek’te bir kadın hıçkıra hıçkıra ağlıyor görüyor musun?
Bak bir çocuk, bir kadın, bir erkek, yüreği sessiz ve kimsesiz!
Haydi biraz da sen konuş, bırak dinlemeyi, insanlık onuru adına, ayağa kalkma zamanı...
Rüzgârın geçidinde dur, başını göğe kaldır, dik durmaya çalış!
Sevdalı bir bulut geçsin ölümün ve zamanın üzerinden...
Çiçek kokulu odalarda çocuklar uykuya dalsın, bir aşk başlasın yeniden doludizgin!
Ölümler olmasın!
İnsanca yaşayalım!
Gelin bulutlarla, kuşlarla, ağaçlarla, çiçeklerle örelim hayatı...
Kumlarla, çakıllarla, istiridye kabuklarıyla yüceltelim aşkları...
Koskoca kentler ölüyor işçilerle birlikte, Mehmet’ler, Ceylan’lar, Uğur’lar, Berkin’ler!
Mevsimlik tarım işçileri!

***

Bak gülüm yine düşünceler ormanındasın, yine dalgın, kaygılı ve ürkek...
Çocukluğunu düşün, İda Dağı’nın eteklerini, Spil’i, ağlayan kaya Niobe’yi, kırmızı köprüyü, babanı, anneni, çocuklarını...
Anımsa yelkenleri fora edilmiş sevdaları, tekmil deniz kuşlarını...
Lawrence’ın şiirlerini oku, resimlerine bak bir kez daha, bir gölge oyunu oynanıyor hayat ve ölüm arasında...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları