Ülkeyi çok feci bir savaşa sokmuş, badireye sürüklemiş, nefesi tükenmiş bir imparatorluk; üstü çizilmek
yerine niye acaba “özlemle” anılır? Neden “ideal olarak” yüceltilmeye ve baştacı edilmeye devam edilir? Ve edildiğinde bunun sonuçları ne olur?
Weimar yolculuğum boyunca kafamda hep bu sorular vardı...
Almanya’nın 20. yüzyıl başındaki ilk demokrasi tecrübesi olan Weimar Cumhuriyeti’nin sonunu böyle işte gerçekte hiç var olmayan bir geçmişe... öykünme getirmiş.
Son yazılarımda anlatmış olduğum Weimar kentinde, 1. Dünya Savaşı sonunda kurulan “Weimar Cumhuriyeti” döneminde, Bismarck ve Bismarck’ı izleyen İmparator
II. Wilhelm çağına hayranlık hiç bitmemiş.
Oysa ki Almanya’yı I. Dünya Savaşı’na sokarak savaş sonrası sefalete ve toprak kayıplarına yol açan bizzat bu imparatorluk olmuş.
Savaşın sonundaki Versailles Antlaşması’nın ağır şartlarının kabullenilmediği ve hazmedilmediği Weimar parantezinde, “eski günlerin” şaşaası unutulmamış. Almanlar geçmişi gerçekle örtüşmeyen biçimde idealize ettikleri için sonunda doğruca Hitler faşizminin göbeğine düşmüşler.
Savaşın sorumluluğunu “imparatorluk geçmişinde” arayacaklarına, hain “dış güçlere” bağlamışlar.
Hitler’i bu karanlık güçlere karşı kendilerini sarıp sarmalayacak, koruyacak ve Almanya’yı yeniden eski ihtişamına kavuşturacak bir kurtarıcı olarak görmüşler.
Renkli devrimlerin anası
Brecht’in “Ne mutlu kurtarıcılara ihtiyaç duymayan halklara” demesi tam işte bu yüzden...
Tarihi böyle tersyüz eden araçsal çarpıtmanın son aşırı örneklerinden birine şimdi günümüz Rusya’sında rastlıyoruz.
Malum bu yıl 1917 Ekim devriminin 100. yılı. Yalnız Rusya’yı değil dünyayı değiştiren ve 20. yüzyıla damga vuran büyük devrimin yıldönümünü kutlamalarla anmak yerine birkaç sergi dışında başka resmi hiçbir tören yapılmıyor.
“Weimar Almanya”sında olduğu gibi zira, “Putin Rusya”sında da tarih baştan sona araçlara uygun biçimde yeniden yazılıyor.
“Putin Rusya’sı”nın yeni anlatısına göre, Ekim Devrimi de “dış mihrakların marifetine” indirgeniyor. Devrimde kurşuna dizilen Çar II. Nikola’nın ipinin dış güçler sponsorluğunda çekildiği varsayılıyor.
Son Çar’a son dönemde bu yüzden itibarı yeniden iade edildi ve de II. Nikola aziz mertebesine yükseltildi.
Dünyanın gözü önünde yeniden yazılan tarih, Putin açısından çift katmanlı amaca hizmet ediyor: Bir yanda “tek adam, ulusun tek lideri” mitosu tahkim edilirken, bir yandan da... dün olduğu gibi bugün de Rusya’da renkli devrimler kurgulamaya çalışan “dış güçler”in planlarının sürdüğü ima ediliyor.
Ekim Devrimi böylelikle “tüm renkli devrimlerin anası” olmuş oluyor.
Sovyet devriminin temel itici gücünün “sosyal adalet” arayışı olduğu halktan gizleniyor. Dün olduğu gibi bugün de Rusya’da çünkü sosyal adaletsizlikler devam ediyor.
“Moscow Times”da misal... dün gördüğüm bir habere göre dünyanın en zengin petrol kaynaklarından birine sahip olan Rusya’da halkın yüzde 40’a yakını hâlâ temel ihtiyaç maddelerini karşılayamıyor.
Tarih isterikleşince
“74 yıllık devrim Rusya’sı”nın üzerine bu sebeplerle kalın bir perde çekiliyor. O tarihin içinden sade “istikrar ve büyük Rusya” fikrine hizmet eden “tek adam Stalin” cımbızla çekip çıkartılıyor.
Stalin’in insanlık suçları okul kitaplarından bir bir temizlenirken, kanlı diktatörün imajı ulusa “Nazizme karşı zafer kazanan biricik kahraman” kontenjanından yeniden pompalanıyor.
Bütün bunlara Putin’in hazzetmediği “devrim korkusu” eklenince, “1917 Ekim”inin niye yalnız sergilere ve akademik tartışmalara indirgendiği anlaşılıyor.
“Kremlin’in tüm adamları” başlıklı başarılı bir best-seller’a imza atan genç gazeteci Mikhail Zygar ne ki bunun bile Rusya’da bugün layıkıyla yapılamayacağını söylüyor:
“Bizde tarihi sükûnetle tartışmak mümkün değildir” diyen Zygar arkadan ekliyor: “Tarih Rusya’da çünkü çoğunlukla yalnız isterik şekilde tartışılır!”
Aklıma benim böyle başka ülkeler de geliyor ama yerim bitti.
Putin’in devrim korkusu
Yazarın Son Yazıları
Görmüşsünüzdür: “Siyaset dışı en güvenilir isimler anketi”nde Sedat Peker ilk sıraya oturdu.
“Gerçeklerin, çoğumuzun gözünden kaçan bir yapısı var”...
İngiliz yazar Ian McEwan uyarıyor...
Turhan Selçuk’un çok sevdiğim bir karikatürü vardır: Küçük balıklar bir araya gelip devasa bir köpek balığını kovalar.
Annesi Mira Nair...
Mezardan yükselen intikamlar bunlar...
Shehadeh Dajani’nin yüzü hâlâ gözlerimin önünde...
Michael Wolff... Trump döneminin kara kutusu.
"87 yaşındayım" diyor Jane Fonda...
“Cesur bir adım atalım ve ona (Cumhurbaşkanı Erdoğan’a!) bire bir ilişki temelli gereksinim duyduğunu verelim. O nedir? Meşrutiyet!”
Sizler bu satırları okurken Trump Amerika’sı geçen hafta içinde öldürülen radikal sağ aktivist Charlie Kirk’ü ulusal törenlerle uğurluyor olacak.
Amaç, muhalefeti etkisizleştirmek ve işlevsizleştirmek...
Proizvol ve prodazhnost... Rusça iki sözcük.
Prodi’yi hatırlarsınız...
Çocukluğumda “Midas’ın Kulakları” diye çok ünlü bir oyun vardı.
İslam inkılabının ana kanun maddesi şudur: Bütün kanunlar Allah’ın emirlerine uygun ve bağlı olarak insani selim duygu ve düşünceye dayanır.
"Epstein vakası ABD siyaset kültüründe merkezi bir komplo kertesine erişti, bu gidişle Kennedy suikastı mitosu ile yarışır” diyor Michael Wolff.
II. Trump badiresine karşı Başkanlık yarışına girmek cüretini gösteren Demokrat Parti adayı Kamala Harris ilk kez konuştu ve...
Sevgili Altan bey
“ Otokratlar rakiplerini artık öldürmüyor” diyor Anne Applebaum ve devam ediyor...
Bir arkadaşımdan geldi. Instagram iletisi... ’70 li yıllar. Bikinili dört kadın güneşin altında mutlu mesut uzanmış.
Faşizm gemi azıya aldıkça, çarenin yerel siyasetten geçtiği anlaşılıyor.
Thomas Mann “Venedik’te Ölüm”ü tam Birinci Dünya Savaşı arifesinde, bir “çöküş” hikayesi olarak kaleme almıştı. “Belle époque/Muhteşem devir”tabir edilen 19. yüzyıldaki 2. sanayi devriminin sonu ile 20. yüzyıl başının sonsuz istikrar, refah ve özgüven çağı sonlanmış, baş döndürücü teknolojik değişimlerle toplumun değerler skalası değişmişti.
Deyim, Almanya’nın yeni Şansöylesi Friedrich Merz’e ait. Bir haftadır Mertz’in şok...şok...şok bu sözleri konuşuluyor.
14 Haziran’da Washington’da bir kutlama için, yerleri dolduracak yedeklere ihtiyaç var.
Donald Trump, Beyaz Saray’a çıktığı ilk yıllarda, “New York’un ortasında, 5. caddede çıkıp birini vursam bir tek seçmen kaybetmem!” demişti.
Adına “muzzle velocity” diyorlar. Deyimi siyasi jargona sokan isim Trump’ın “karanlık prensi” Steve Bannon.
“Habeas Corpus nedir? Tanımlar mısınız?”
İç gerilimlerin cümlemizi sersem ettiği, burnumuzun ucunu göremez hale getirdiği Türkiye’nin dışında bir dünya var.
Trump Vatikan’a da göz dikti
Psikolojik harekât
Vatikan’da dönüm noktası
Romancının ölümü
Starmer’ın sessizliği
İmamoğlu ‘rakip’ olmasaydı...
Pikachu’nun anlattıkları...
Kafka senaryosu
Avrupa'da neler oluyor?
Avrupa’da yeni kavşak
Yeni bir dünyaya doğru