Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Amerika’yı Columbus’tan önce Müslüman denizciler keşfetti” iddiasıyla şaşkınlık yarattı. Bir an için bu iddianın doğru olduğunu varsaymak ilginç olabilir diye düşündüm.
Aklıma ilk önce, bu iddiayla tepetaklak olan
“Amerika’yı yeniden keşfetmeye gerek yok”
deyimi geldi. Düşünsenize, Amerika ilk keşfe-dildiğinde tarihin akışı hiç etkilenmemiş. Ama Columbus Amerika’yı yeniden keşfettiğinde hem
o kıtadaki halkların yaşamlarını altüst edecek, hem de dünyanın geri kalanında kapitalist uy-garlığın gelişmesini hızlandırarak Afrika’yı, Arap halklarını sömürgeleştirilmeye, az gelişmişliğe mahkûm edecek bir süreç başlamış. İlk keşfi bir işe yaramadığından, Amerika’nın ikinci kez keşfedilmesi gerekmiş.
Öyleyse bu pratikte bir işe yaratılamamış olayla övünmeye kalkmak ne anlama geliyor? Bu sorunun cevabı, bence siyasal İslamın, “Batı” karşısındaki iktidarsızlığına katlanmasını kolaylaştıran “Batı uygarlığı çürüyor. Bu uy-garlığa karşı tek alternatif Müslümanlıktır!” fantezisinde yatıyor.
Amerika’nın “ikinci keşfine” dönersek, 15. yüzyıldan itibaren yeni bir üretim tarzı giderek gelişti ve kendisinden önceki tüm üretim tarz-larını, “uygarlıkları” yıkarak ya da dönüştürerek yaygınlaştı, egemen oldu. Bu üretim tarzının egemen sınıfları da dünyanın efendileri (sömürgeciler, emperyalistler) konumuna yükseldiler.
“Müslüman uygarlık” bu yeni üretim tarzının ürettiği uygarlığın karşısında kendini koruyamadı. Çünkü Amerika’yı “keşfettiğinde” uygarlığa bir “katkı” yapamamış olmanın ötesinde, uygarlığının enparlak döneminin mirasını, Gazali’nin “başarılı” müdahalesi sayesinde, kullanılamaz hale getirecek bir “eksiltme” işlemini gerçekleştirmeyi “başarmıştı”.
Cehalete övgü
Bu noktada, devam etmeden önce bir “U” dönüşü yaparak, Hıristiyanlığın kurucusu Paul’ün “başarısını” anımsamamız gerekiyor. Paul, yeni bir inanç sistemini, Sokrates, Platon, Aristotales gibi, hakikate ulaşmak için inancın değil, insan aklının, rasyonal, bilimsel düşüncenin uygun olduğunu savunan filozofların mirasının üzerinde kurmaya çalışıyordu. Bu mirasla hesaplaşamayacağını görünce Paul, çözümü, hakaret etmekte buldu: “Kendilerine ne kadar filozof dedilerse o kadar aptallaştılar. Mantıktan mantıksızlık çıkardılar, boş kafaları giderek daha da karanlıklaştı” (Romalılar). “Bu dünyanın bilgeliği, Tanrı katında aptallıktır” (Korintlilere mektup). Paul’ün akılcılığa, felsefeye olan nefretine, cinselliğe, bedensel hazlara, kadına yönelik şiddetli bir nefretin de eşlik ediyor olmasıysa ayrıca anlamlıydı.
Böylece tarihçi Charles Freeman’ın “Batı’nın zihninin kapatılması” dediği, bilgiyi küçümseyen, cahilliği yücelten, bilinecek her şeyin kitapta olduğunu, nedeni açıklanamayan şeylerin de Tanrı’nın işi olduğu düşüncesini egemen kılan bir “karanlık çağlar” başlıyordu. Bu dönem, 15. yüzyıla doğru dinin koyduğu sınırların ayırdına varılmaya, “cahilliğin” yeniden keşfedilmesine, bilimin, felsefenin yeniden önem kazanmaya başlamasına, Rönesans’a, kapitalizmin doğu-şuna kadar devam etti.
Avrupa’da yeni kapitalist birey aklı, bilimi öne çıkarmaya başlarken, Ortadoğu’da, Gazali’nin, Platon’u, Aristotales’i, Müslüman uygarlığın İbni Sina, Farabi gibi, Rönesans olayında büyük yeri olacak filozoflarını hedef alan, kuşkuyla karşılaştığı noktada “Allah’ın işi” açıklamasına başvurmayı seçen yaklaşımı hızla yayılıyor, daha sonra “içtihat kapıları kapandı” ifadesine olanak verecek biçimde egemen oluyordu.
Böylece Amerika’nın “ikinci keşfiyle” uygarlık bir yöne dönerken, Gazali’nin mirasıyla Arap ve Müslüman dünyası tam tersi bir yöne dönüyordu.
“Müslüman dünyası”, 11. yüzyılda terk ettiği “muhteşem yere” geri dönmek istiyorsa, önce Müslüman entelektüellerin ve siyasilerin ayaklarını yere basmaları gerekiyor. Hem Batı uygarlığına alternatif olacağız deyip hem de bizzat bu “Batı-Doğu” kavramını, Batı uygarlığını üreten “kapitalist üretim tarzını” benimseme saçmalığından kurtulmak, uygarlık alternatifi iddiasını bir fantezi olmaktan çıkaracak, bu uygarlığı destekleyecek bir üretim tarzı düşünmeye başlamak gerekiyor. Bunun için ise neden-sonuç ilişkisinin fantastik açıklamalar-dan, histerik şiddet tutkusundan kurtarılması, akılcılığın, bilimsel yöntemlerin itibarının iade edilmesi, bireyin düşünce çabasının, özellikle kadının kendi bedeni üzerindeki tasarrufunun özgürleşmesi gerekiyor. Bence olacak iş değil! En iyisi başka yöne bakmalı!
Amerika’yı Yeniden Keşfetmek..
Yazarın Son Yazıları
Türkiye, yıllardır siyasal İslam rejiminin “toplumsal ruh mühendisliği” projesinin baskısı altında yaşıyor.
Erkek fantezilerini meşrulaştıran faşist ve siyasal İslamcı ideolojilerle hesaplaşmadan algoritmaları suçlamak kolaydır ama asıl nedeni görünmez kılan politik bir kaçıştır.
Sağın bu birlik refleksi, ideolojik bir tutarlılıktan değil, son derece sade bir siyasal sezgiden besleniyor: İktidarı istiyorsan yan yana duracaksın.
ABD Ulusal Güvenlik Stratejisi’ne (UGS) bu kez emperyalizm ve faşizm kavramlarının ışığında bakacağım.
Önümüzdeki dönem dünya siyasetini yalnızca büyük güç rekabeti değil; milliyetçi, hatta uygarlıkçı reflekslerle donanmış yeni bir “teknolojik kapitalizm” biçiminin, faşist ideolojinin küresel ölçekte (öncelikle de UGS’nin, “göç dalgaları altında kimliğini kaybeden, gerileyen uygarlık” olarak tanımladığı Avrupa’ya), dayatılması belirleyecek.
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...