Yalan yok, doğduğum ülkeyi özlüyorum

09 Haziran 2024 Pazar

Sevgili okurlarım itiraf ediyorum: “Ben doğduğum ülkeyi özlüyorum.” Doğduğum ülke başkaydı. O ülkenin bürokratları onurlu ve vatansever insanlardı. Babamı düşündüm. Milli eğitimde önemli bir görevdeydi. Satın alma işlerini de o götürürdü. Anımsıyorum, her gün kendi kullandığı kamu malı cipe atlar, en uzak dağ köylerinde kadınlar için oluşturulan okuma yazma, meslek edinme kurslarını denetlerdi. Bu arada beni de yanına alırdı. İyi ki o dağ köylerini küçük yaşta görmüşüm, bilmediğim bir dilde söylenen türküleri dinlemişim. Şoför tutmamıştı, o parayı yetenekli çocuklar için burs parasına çevirmişti. Atatürk’ün radyodan Onuncu Yıl Nutku’nu her dinlediğinde ağlar ve bizlere o gün stadyumda gördüğü Gazi’nin gözlerindeki vatan sevgisini anlatırdı.

Babam bir örnekti, çevresindeki tüm bürokratlar öyleydi. En büyük korkuları hak yemekti. Ve gençler onlar için, geleceğin Türkiye’siydi. Münazara salonu mu istediler, buyurun hemen. Spor takımı mı kurmak istediler, işte ödenek. Babamın yüzlerce öğrenciye tek tek fidan diktirdiğini anımsıyorum. Benim de beş yaşında fidan diken bir fotoğrafım var. İyi ki dikmişim şimdi Antep’in en ağaçlıklı yeri orası.

Sonra kadınlar vardı. Öğretmenler, annem de onlardan biriydi. Yerli malı yurdun malı haftasında benim gözüme uyku girmezdi. İllaki muz götürmek isterdim, o zamanlar muz pahalı bir meyveydi. Annem diğer çocukları da düşünüp otobüse biner, İskenderun’a gider ve tüm sınıf için muz alıp yerli malı haftasına yetiştirirdi. O dönemin öğretmenleri yeni kurulan Türkiye’nin temel taşlarıydı. Balolarda dans eder, yoksul çocukların evlerine giderek anne babaları ikna eder, çocukların okula gelmesini sağlarlardı. 

Benim çocukluğumda hemen her evde ekmek çöp tenekesine asla atılmazdı. Çünkü ekmekten bugün bile çok sevdiğim ekmek tatlısı yapılırdı. Şimdilerde bile ben evde hiçbir şeyi atamam. O günlerden kalmış.

Kendi ailemden söz ediyorum ama bu aileler Türkiye’nin hemen her kentinde, her kasabasında, her köyünde vardılar. Pek çok yoksul çocuk okuyabildiyse, kaymakam, genel müdür olabildiyse bu gözüpek bürokratlar ve öğretmenler sayesindedir. Aklıma hikâyeler geliyor. Gürer Aykal’ın ünlü bir şef olması, heykel ustası Mehmet Aksoy’un yolunda ilerlemesi hep öğretmenleri sayesindedir. Beni de adam eden bir felsefe hocasıdır. 

Bu arada Köy Enstitülerini unutmayalım. Bugün eğer hâlâ ortaçağ karanlığına teslim olmamışsak, direnebiliyorsak bunu Köy Enstitülerinde uygulanan eğitime ve oradan yetişen kadın erkek köy öğretmenlerinin direncine ve inancına borçluyuz. 

Bugün eğer direnebiliyorsak bunu da onlara ve askeri diktalar zamanında direnen devrimcilere borçluyuz! Çünkü onlar farklı bir ülkeyi ucundan köşesinden görmüşlerdi, insan onurunun önemini ve bağımsızlık ruhunun muhteşem öyküsünü biliyorlardı. 

Şimdilerde pek çok genç insan, bu öyküleri bilmeden büyüdü. Çocukluktan itibaren tüketim toplumunun içine düştüler. Markalar onları kuşattı. Özel okullar onlara birer müşteri gözüyle bakıp ideal, inanç gibi insana en çok yakışan duruşları öğretmekten itinayla kaçındılar. 

Öte yandan yok edici bir virüs, bencillik sağ iktidarlar sayesinde semirerek ülkenin en güzel insanlarını kuşattı. Onlara sahte mutluluklar sundu. Küçük dünyalarında öğretilen sahte mutluluk reçeteleriyle mutlu olabilecekleri onlara her an ama her an, her yerde söylendi. Artık ülke üretmeden tüketen insanların, bencil davranışlarıyla sarsılmaya, yepyeni bir ülke olmaya başladı. 

Ve yıllarca merkezin uzağında tutulmaya çalışılan din, tüm haşmetiyle merkeze yerleşti ve yepyeni, hiç bilmediğimiz menfaat çeteleri kuruldu. Çetelerin dışında kalanlara yaşam hakkı tanınmamaya başladı. İşte şimdi hepimiz, özellikle yaşıtlarım bu ülkedeyiz.

Bu satırları Afyon’da bir otel odasında yazıyorum. Bana eski güzel günlerimizi anımsatan bir zaman içindeyim. Çünkü Afyon’da 24’üncüsü yapılan caz festivalinde, her gece insanların akın ettiği ve bizim kaldığımız İkbal Otel’inin havuzuna cazın başkaldıran notaları, birbiri ardından düşüyor. Umudu, cesareti ve yaşanacak güzel günleri müjdeliyor. Ve bir kez daha Afyonkarahisar Caz Festivali’ni inatla yaşatan ve artık kentin vazgeçilmez bir parçası yapan Hüseyin Başkadem’in inadına şapka çıkarıyorum. Bu arada sevgili okurlarım yeni açılan Afyon Müzesi’ni ne yapıp edin gezin, ilk kez neşenin ve geçmişin nasıl birbirlerine kol kanat gerdiğini göreceksiniz. 

Neyse gerçeğe dönelim görülen o ki bir süre daha bu ülke bizim tutkunu olduğumuz ülke olmayacak. Ve torunlarımız bizlerin onur ve inanç hikâyelerini ağızları açık dinleyecekler. Ama onur ve inanç öyle dirençlidir ki usuldan usuldan insanoğlunun yüreğine doğru yol alır ve bir de bakarsın, bambaşka bir dünya olur. 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları