Yine sormak zorundayız: O Kafka’nın ‘Şato’su, Silivri’de mi?

04 Ocak 2016 Pazartesi

Sanırım dört, beş yıl önce sormuştum: Kafka’nın “Şato”su, Silivri’de mi?
Ama yine sormak zorundayız. Çünkü bu ülkede öyle sorular var ki, hiç eskimiyor. Çünkü hiçbir zaman doyurucu cevaplarını bulamıyor. Cevapları olmadığı için değil. Doğru cevaplar seslendirildiğinde insanın insana bakacak yüzünün kalmayacağı bilindiği için. Ve sonra çelişkilerin en trajik olanı: Yüzüm kalmayabilir korkusuyla susup, kendini yüzsüzlüklerin en korkuncuna mahkûm etmek!
Belki de Silivri’deki, aslında Kafka’nın “Şato”sunun ta kendisidir ya da en has simgesidir. Belki de Albert Camus’nün yirminci yüzyıla takmış olduğu “Korku Çağı” adı, bizim iklimlerimizde ancak şimdi, yani yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde yerine oturuyordur.

‘Korku Çağı’nı yaşamakta gecikmek…
Malum ya, bizim iklimlere her şey epey gecikmeli gelir.
Matbaa, iki yüzyılı aşkın bir gecikmeyle gelmişti. Rönesans hiç gelmedi. Aydınlanma Çağı’nın başlaması ile bitmesi bir oldu... 1940’tan 1953’e, yani adına ‘Köy Enstitüleri’ denilen bir damlacık! Eleştirel düşüncenin tohumları ise inançların karartmaları içersinde yitip gidiverdi.
Camus’nün bir uyarı niteliğiyle dile getirdiği “Korku Çağı” da bizde yaklaşık yüz yıllık bir gecikmeyle Silivri’de uç verdi. İki bin sayfayı aşan bir “iddianame”nin içinden başsız bir örgüt çıktı. Başı, tıpkı Kafka’nın “Şato”su gibi bulutların, sislerin arasında kaybolup gitmiş, aslında hiç var olmamış bir örgüt. Bu yüzden, işlevi adalet ilkesini ve düşüncesini örgütlemek olan hukuk düzeni de bizde örgütleyecek bir adalet bulamayınca, korkunun türevlerini örgütlemeye koyuldu.
Kafka, gerek “Dava”da, gerekse “Şato”da dünyanın kapitalizmin fırtınalarıyla hangi karanlıklara doğru sürüklendiğini dile getirirken bir “bağımlılıklar sistemi”nin varlığına dikkati çekmişti: “Dışarıdan içeriye, yukarıdan aşağıya uzanan bağımlılıklardan oluşma bir sistem. Her şey bağımlı. Her şey zincire vurulmuş…”

Anonim iktidarların umarsızlığı…
“Şato”, anonim bir iktidarın simgesidir. Tıpkı başı belli olmayan bir örgüt gibi. Bu yüzden “Şato”nun da nerede, ne zaman, ne yapacağı, neyin yerine bir başka şeyi koyacağı, konulacak şeyin ne olduğu hiçbir zaman belli değildir. Kimi nereye gönderdiği veya göndereceği, kimi ödüllendirip kimi cezalandıracağı da hiç belli değildir. Görevlendirdiklerini gerçek anlamda görevlendirip görevlendirmediği hep bir sırdır. Suçlamaların gerekçeleri hep karanlıkta kalır, kanıtları da yok olur.
Can Dündar ve Erdem Gül, “Şato” kurallarının geçerli olduğu iktidar iklimlerinde en ağır suç sayılan bir eylemi gerçekleştirdiler ve: “Biz sadece gazetecilik yaptık!” diyerek suçlarını(!) itiraf da ettiler. Çünkü gazetecilik uğraşının özü ve işlevi, kitleleri aydınlatmaktır. Buna karşılık hep karanlıklarda kalmak, “Şato” iktidarlarının sürebilmesi bağlamında olmazsa olmaz koşuldur!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları