Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Demir Kapı Kör Pencere / 9
‘Yazı Sağmalcılar’da değil Cannes’da geçirdim diyeceğim’
Kaçakçılar koğuşuna gelen kürkçü Hami Tokuş, çok neşeli bir arkadaştı. Herkesle muhabbeti iyiydi. Gümrük mevzuatının azizliği yüzünden düşmüştü içeri, fiili belki şimdilerde suç bile oluşturacak türden değildi. Kürkçü dediysek, Hami sosyete kürkçüsü idi. Adını verdiği ünlü müşterileri arasında kimilerini tanıyordum, kimilerinin de adlarını duymuştum. Hami bize katıldığında yaz başlarıydı. Hali vakti yerinde olan bu arkadaş , sakal karşılığında bir tek tip elbise daha almış, onun pantolonunun paçalarını kesip, şort haline getirmişti.
Ne zaman avluya havalandırmaya çıksak, üstünü çıkarır şortunu giyer, beton zemine serdiği havlusunun üstünde, kızgın güneş altında döne döne güneşlenirdi.
Bu aşırı güneş merakı benim de dikkatimi çekti. Bir gün,
- Yahu Hami Tokuş başına bir iş gelecek ne yapıyorsun, böyle güneş altında? diye sorduğumda beni gülerek yanıtladı:
- Ne yapayım Ali Abi, benim müşterilerimin hepsi sosyete, onlara yazı Sağmalcılar’da geçirdim, diyecek halim yok ya! Cannes’daydım, diyeceğim onun için bronzlaşıyorum...
Sağmalcılar nere, Cannes nere?
Her neyse, ben de kürkçü arkadaşa uyuyor, ceketimi çıkarıp, güneşe uzanıyor, gözlerimi kapatarak Cannes plajlarına yollanıyorum.
Alışmamışım güneşe, bir süre sonra gözlerimi açıp bakıyorum ki, yine C–16’nın avlusundayım.Sağmalcılar Hapishanesi’nde, bir hafta kadın, bir hafta erkek tutuklulara ait olmak üzere çarşambaları görüş günü. Sabahtan başlayıp akşama kadar süren görüş günlerinde koğuşlarda genelde hummalı bir faaliyet ve aynı zamanda, elle tutulurcasına kesif hissedilen bir sinirlilik egemen olur.
Görüşme mahallinde ziyaretçiler, üstü aralarında demir parmaklık bulunan iki kat, silinmemiş, pis, görüşü engelleyen cam ile kaplı yerlerde dururlar; duvarın öbür yanında, mahpusların kabinleri vardır. Hem karşınızdakinin (genelde eş, çocuk, anne baba ve çok yakın akrabalar) yüzüne bakmak hem de konuşmak hüner ister. Çünkü cam sesi geçirmez, sesin geçmesi için başınızı kaldırıp yukarıdaki deliğe konuşmak gerekir. Hem deliğe seslenmek hem de karşınızdakinin yüzünü aynı zamanda görebilmek, zamanla edinilen bir beceriyle mümkün olur. Bu arada yandakiler de konuştuklarından, daha doğrusu birbirlerine seslerini duyurabilmek için bağırdıklarından, söylenenler de tam olarak anlaşılmaz.
Görüşme süresi on dakikadır. Bu süre içinde ne kadar hasret giderebilir ya da hasret koyulaştırabilirseniz o kadarını yaparsınız.
Görüşme bir lütuf muydu, yoksa bir işkence mi.. hâlâ tam olarak anlayabilmiş değilim.
Ziyaretçisi gelen mahpusların adları hoparlörde okunur, onlar da kabinlere giderek konuşurlardı. Kabinler dardı, başka bir davadan tutuklu kilolu bir arkadaşımız zor sığardı, ben de kendisine şu dizelerle takılırdım:
“Sana dar gelmeyecek kabini kimler yapsın
Sokalım seni üç kabine desem sığmazsın.”
Güya açık görüş
Bayramlarda çıkan izinle açık görüş yapılır. Bu görüşlerde, hem süre daha uzundur, hem arada cam ve demir parmaklık yoktur, hem de yakınlarına, çocuklarına kısacık bir an da olsa sarılmak mümkündür. Ama sakın öyle bir masa çevresinde toplanılıp görüşüldüğünü sanmayın! Bir kere koca salon doludur, gizlice bir şeyler alınıp verilmesin diye yine arada bir masa vardır ve üzerinde askerler yürürler, yine söylenenler çok anlaşılmaz; yalnızca sevdiğinizi, yakınınızı arada cam ve parmaklık olmadan karşınızda görür, hasretinizi somutlaştırırsınız, hepsi bu!
On dakika görüşme için 1330 kilometre yol
Kimi görüşmeciler başka kentlerden gelirler. Şimdi söz onlardan biri olan Ersin Elgin’in: “Barış Derneği davası sanıkları, yaklaşık 28 ay süresince B1, daha sonra C16 koğuşlarında olmak üzere Sağmalcılar’da kaldılar. Ben de eşim Ergun Elgin’i ziyaret etmek, kirli çamaşırlarını alıp temizlerini vermek için bize tanınan her 15 günde bir 10 dakikalık görüş için İzmir’den 685 km. yol kat ederek oraya gidip geliyordum. İzmir’e dönünce de her gün 4 sayfa mektup yazıyordum. Bir görüşümüzde başgardiyan yanıma gelerek Cezaevi Müdürü’nün beni çağırdığını söyledi. Ergun’un o meraklı ve şaşkın bakışlarını hâlâ anımsıyorum. Odasına gittiğimde her gün mektup yazmamam konusunda uyarılmıştım. İzmir’e döndükten bir süre sonra Avukat Mine Sirmen aradı, ‘Ergun sizden haber alamıyormuş, çok merak ediyormuş’ dedi. O zaman mektuplarımızın verilmediğini anladım. Hemen telefonun başına geçtim ve telgraf yazdırdım. Her sabah işe gitmeden önce telgraf çekiyordum. Tam 14 gün sürdürdüm, görüşe gittiğimde Ergun’dan tüm mektupları aynı gün verdiklerini, onlardan küçük bir kitap oluşturarak okuduğunu öğrendim, dolayısıyla telgraf çekmeye son verdim. Yasal bir engel olmadığını biliyordum çünkü… Başarmıştım ve mutluydum. İçerideki insanın ailesinden aldığı haberlerle beslendiğine inanıyordum, kararlılığım o nedenleydi. Kızımızın liseyi bitirme resmini yollamıştım Ergun’a… Suratının tam ortasına ‘Görülmüştür’ damgasının vurulduğunu öğrenince ne kadar bozulduğumu hiç unutmadım.
15 günde bir tanınan 10 dakikalık görüş için sabah çok erken saatlerde cezaevinin karşısında bulunan kahvede; İstanbul içinden ve Ankara’dan gelen arkadaşlarla buluşuyorduk. Sonra saatlerce sürebilen kuyruklara girip içeriye alınıyorduk. Şemsiyelerimiz kapıda alındığı için yağmur altında iliklerimize kadar ıslandığımızı, yaz güneşinin yoğun olduğu günlerde bile bina gölgesine sığınmamıza izin verilmeyişini hiç unutmadım. Her görüşte ikametgâh belgesi istiyordu kayıt yapan görevli… Bir keresinde ‘İadeyi ziyarette mi bulunacaksınız?’ demiştim, karşılıklı gülümsemiştik. Tabii görevli kişi de verilen emri uyguluyordu ama her defasında istenmesi bana çok mantıksız geliyordu.
Bahçeden geçerek görüş yapacağımız binanın kapısında kuyruğa giriyorduk. Uzun uzun üst aramasından sonra içeriye alınıyorduk. Önce çamaşır torbalarının kontrolü kuyruğuna, daha sonrada kantin kuyruğuna giriyorduk. Çok özenle yıkayıp ütü suyuna Ergun’un parfümünü ilave ederek ütülediğim çamaşırlar pis bir masaya dökülüyor, görevliler tek tek kontrol ederek torbalara tıkıştırıyorlardı.
O zaman doğal olarak üzülüyor ve hayretle izliyordum. Ancak hiçbir şey söyleyemiyorduk, görüş yasağı gelebilir endişesiyle robotlaşmıştık adeta. Hemen kantin kuyruğuna yönelip orada satılan süt, çikolata, sucuk, gibi yiyeceklerden almaya çalışıyorduk. Görüş yerleri yan yana açık kabinlerden oluşuyordu; 1 m. mesafeden sonra Ergun’ların gelip karşımızda durdukları kabinler vardı. Karanlık bir yerdi, aradaki bölümde soluk bir ampul sallanıyordu. Hem benim hem Ergun’un olduğu kabinlerin üst bölümlerinde delikli tenekeler vardı. Konuşabilmek için oraya doğru bağırmak gerekiyordu. Bir de yan kabinlerden gelen sesler de eklenince doğru dürüst hiçbir şey konuşamadan; kirli torbalarını alıp bahçeye çıkıyorduk. Görüş anında arkamızda ellerinde silahlarla erler dolaşıyordu. Benim için o günler Ergun’u görebildiğim günlerdi; mektupla konuşma kararlılığım da aslında bundan kaynaklanıyordu herhalde… Bu arada bize yardımcı olabilmek için bazı görevlilerin çırpınışlarını da hâlâ minnetle anımsıyorum.
20’nci evlilik yıldönümümüze denk gelen görüş gününde Ergun’a 20 tane papatyayı (her yıl için bir papatya) iletebilmek için cezaevi savcısına dakikalarca yalvarışımı; kirli torbasından çıkan Ressam Orhan Taylan’ın yaptığı ve hâlâ evimizin duvarını süsleyen 20 papatyadan oluşan tablosunu aldığım an saatlerce ağlayışımı; benim de ona getirdiğim 20 papatyayı görüş anında sübyan koğuşundaki çocukların teslim ettiği temiz çamaşır torbasında görünce gözlerinin parlayışını unutmam mümkün mü? Velhasıl o çok zor günlerde bile bazı güzellikler yaşamayı becerebilmemiz tüm sanık ve sanık yakınlarının dayanışması sayesindeydi. Onlar içeride, yakınları olarak da bizler dışarı da büyük aile gibi olmuştuk. Bugün hâlâ bu birlikteliğimizi ara ara da olsa sürdürebiliyorsak o dönemde kurulan sağlam dostluklar sayesindedir.”
Babamla son konuşma
Bir gün Mine ziyaretime geldiğinde,
- Önümüzdeki hafta baban ziyarete gelecek, Sıkıyönetim’den özel görüşme izni almaya çalışıyorum, dedi.
Çok sinirlenmiştim:
- Ben kendisiyle tahliye olmadan bu koşullar altında görüşmek istemediğimi söylemedim mi?..
Babam, ABD’de Dallas’ta oturuyordu ve bu koşullar altında görüşmek için binlerce mil yol yapması anlamsızdı.
- Öyle değil, dedi Mine, baban çok hasta, kanser.. doktorlar altı ay ömrü kaldığını söylemişler. O da son arzusu olarak, seni görmek istemiş, artık hayatta başka görüşme şansınız yok.
Bir hafta sonra babam geldi. Mine gerekli izni almıştı. Hapishane yönetimi bu özel ziyaretçi için (ne de olsa Amerika’dan geliyor) bana bir de kıyak yaptı, o mavi elbiselerden gıcır gıcır, ütülü bir tanesini verdiler bana, onu giyip öyle gittim ziyarete. Babam, geç tanıdığı ama çok sevdiği gelini Mine ile gelmişti. Binaların soğutma ve ısıtma tesisatlarını yapan Samim Sirmen şöyle bir baktı özel görüşme odasına ve,
- Fena değil, dedi, ben çok hapishanenin işini yaptım ABD’de bilirim...
Doğrusu koltuklarım kabardı, hiç değilse hapishane konusunda Amerikan standartlarını tutturmuştuk. Bir saat konuştuk, bu arada babam bir Kent sigarası çıkarıp yaktığında dehşetle baktım.
- Doktorlar müsaade ediyor, dedi.
Çok sağlıklı gibi görünüyordu, ama o anda “ne yerse yesin” aşamasına gelmiş olduğunu anladım.
Özel ziyaret bir defaya mahsustu. Babam iki gün daha kalacaktı İstanbul’da.. iki gün sonra, bu kez malum ziyaretçi kabininde, yine Mine’nin refakatinde bir kez daha gö-rüştük, yanında üvey kız kardeşlerim Susan ve Cindy’yi de getirmişti.
Kim bilir bu Teksaslı hanımlar orada solculuktan yatan üvey abilerini görünce neler hissetmişlerdir?
Babam’a,
- Biz bir iki aya kadar buradan çıkarız (gerçekten 3 ay sonra çıktık) bu kez ben seni Dallas’ta görmeye gelirim, dedim.
- Bekleyeceğim, diyerek yanıtladı beni.
İkimiz de yalan söylediğimizi biliyorduk. Ve babamla son konuştuğumuz bu iki yalan cümle oldu. Ben çıkmadan bir buçuk ay önce öldü.
Ziyaretinde, ona Sevil Avcıoğlu’nun Amman’dan gönderdiği sedef tespihi hediye ettim. “Beni bununla gömün” demiş.
İstanbul’da doğup büyümüş, koleji burada bitirmiş, yaşamının çok büyük bölümünü ABD’de geçirmiş Samim, şimdi Dallas’ta, Hıristiyanların gömülü olduğu bir mezarlıkta göğsünde Amman’da yapılmış bir Müslüman tespihiyle yatıyor..İnönü: ‘Bir daha sefere de ben girerim siz ziyarete gelirsiniz...'
Barış Derneği davası uzuyor, karara doğru yaklaşırken, bir önemli ziyaret daha oluyor. Erdal İnönü, Aydın Güven Gürkan ve SDHP’nin yönetici kadrosu Sağmalcılar’da bize geliyorlar. Hem bizim moralimizi yükseltiyorlar. Hem de, bütün dünyaya “Bunlar sahipsiz değil!” mesajı veriyorlar. Bu ziyareti kitabımda ayrıntısıyla anlatacağım.. burada yalnızca, Erdal İnönü’nün zarafetini ve zekâsını yansıtan bir olaya değinmekle yetineceğim. 1986 Mart’ında tahliye olduktan bir süre sonra, Erdal Bey’i Ankara’da Parti Genel Merkezi’ndeki odasında ziyaret ediyorum. Hepimizin çok duygulandığı bu ziyaret için içten teşekkürlerimi sunuyorum. Teşekkür faslını biraz uzatmış, belki de biraz abartmış olacağım ki, duyguların altının ağdalı biçimde çizilmesinden yana olmayan Erdal Bey kısa kesiyor: Önemi yok efendim, diyor, bir daha sefere de ben hapse girerim siz ziyarete gelirsiniz...
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Asgari ücret artarsa verimlilik artar
- Yankı Bağcıoğlu'ndan Suriye uyarısı:
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
En Çok Okunan Haberler
- Suriye'yi nasıl terk ettiğinin ayrıntıları ortaya çıktı!
- Petlas'tan o yönetici hakkında açıklama
- Nevşin Mengü hakkında karar
- 3 zincir market şubesi mühürlendi
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Geri dönüş gerçekten 'akın akın' mı?
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi