Yılmaz Türkeri

23 Şubat 2021 Salı

Sevgili Okurlarım;

Bir buçuk yıldır, Mine öleli beri yaşamım değişti. Yine yaşıyorum yaşamasına ama bir başka türlü, hayatın yine oyuncusuyum ama düne nazaran daha az oyuncu, daha çok seyircisiyim. Artık zaman zaman, konuşurken kalıbımdan sıyrılıyor ve o konuşan başka adamı seyrediyor, dinliyorum. Eskiden konuşurdum, şevkle coşkuyla konuşur, anlatırdım. Şimdi ise daha çok dinliyorum. Artık iki kişiyim içimde. Hangisi benim, hangisi o bilemiyorum. Uyku ile uyanıklık arasındaki zamanda her ikisini de birbirine karıştırıyor, sonra uyanıp kendime geliyorum.

Mine öldü, biliyorum. Ama ben yine de hep bu dönemler geçecek sonunda yine “ev”e döneceğim (oysa zaten evdeyim) ve bunları teker teker kendisine anlatacağım duygusu içinde yaşıyorum.

Yalnız pandemi değil, yaşım dolayısıyla da çevremdeki insanlar yakınlarım birbiri ardından ölüyor. Kendimi, düşman siperlerine doğru elde silah yürürken, çevremde insanların, sapır sapır döküldükleri bir ortamda hissediyorum. Oradan bakınca her şeyi bambaşka bir gözle görüyorum da yine de her şeyin bir anlamı var gibi yaşıyorum, tepki gösteriyorum.

***

Camus bu dünyada hiçbir şeyin anlamı olmadığını içselleştirmiş bir kişiydi. Ona göre yazmanın da bir anlamı yoktu ama yazmak, kurtulmak için bir yoldu.

Rönesans’ın haylaz çocuğu şair, astronom, silahşor Jordano Bruno evrenin büyüklüğü ve sonsuzluğu karşısında kendinden geçiyor, bu sonsuz evrende bir küçücük toz taneciği kadar bile olmadığını düşününce, bütün başına gelenleri o sonsuzun bir parçası olmaktan duyduğu büyük coşkuyla kalender bir tevekülle karşılıyordu.

Bu anlamsız sonsuzluk, Camus’nün tersine onda büyük bir coşku yaratıyordu.

Cumartesi günü, kardeş kadar yakınım, yaşamımın elli yılını birlikte geçirdiğim, bacanağım Yılmaz Türkeri’yi kaybettiğimizde, bütün bunları düşündüm, daha doğrusu son zamanlarda hep bu düşüncelerle dolu olduğumu fark ettim.

Yılmaz için dost, arkadaş, koca, baba, enişte, bacanak olarak hep güvenilir bir adamdı nitelemesine onu tanıyan hiç kimsenin itiraz etmeyeceğini sanırım.

Gerçekten de Yılmaz her zaman güvenebileceğin, sırtını dayayabileceğin, aynı zamanda hoş, birlikte yaşaması keyif veren, adam gibi bir adamdı.

Ne var ki şimdi kaybı karşısında bütün bu söylenenler teselli olmuyor, hayata ve ölüme bir anlam vermeye çalışıp da başaramayan her söz boşluğa düşüyor.

Hayatın sonu, bir anlamda da amacı (öyle ya her yaşam ölümle sonlandığına, her insan ölmek için doğduğuna göre, hayatın amacı ölümdür) olan ölüm absürttür ve ona, dolasıyla da yaşama anlam kazandırabilecek bir şey bulmak olanaksızdır.

Ölümün bir amacı olmayınca, yaşamın da bir amacı olamayacağına göre ölümün karşısında söyleyecek ne kalıyor ki?

***

Dâhi bir matematikçi, fizikçi ve yazar olan Katolik Blaise Pascal da insanın evren karşısındaki umarsızlığının farkındadır. “Düşünceler”in de insanın, doğanın en zayıf nahif yaratığı olduğunu, bütün dünyanın ve evrenin küçücük bir zerresinin dahi onu ezmeye, yok etmeye, öldürmeye yettiğini söyler ve “ama” der sonra da ekler: Ama doğa bunu yaparken ezdiğinin farkında değildir.

Ama umarsız insan ezildiğinin bilincindedir.

Pascal’ın insan bilincini yücelten bu söylemini bana göre yeryüzünün şimdiye dek yazılmış en düşündürücü ve dehşet verici beytinde Şeyh Galip şöyle dile getiriyor:

Bir şulesi var ki şeb-i canın

Fanusuna sığmaz asumanın.

Yani can mumunun alevi küçücüktür ama evrene sığmaz, taşar.

Peki, sonra?..

Sonrası püf!..

Sonra?..

Sonrası hiç!..

Sonra Yılmaz’ı tanımak ve onunla ortak anıları olmanın mutluluğunu bize sunduğu için kendisine bir teşekkür yollamaktan başka söyleyecek şey kalmıyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İyi insan 19 Mart 2024
Laiklik nedir? 6 Mart 2024
Yıldönümü 3 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları