Ayşe Emel Mesci

Zapata’nın Atı

12 Ekim 2015 Pazartesi

Yüzyıllardır yazılı olmayan kuralların en başında yer alır: Devlet, sadece istediklerini görür ve sadece kendi seçtiklerini tarihe aktarır. Çünkü devletin meşruiyet sorunu vardır.

Görmek seçici bir eylemdir. İnsan sadece baktıklarını gerçekten görür. Ama her bakma eylemi, aynı zamanda bakılmayanları da içinde barındırır. Fotoğraf makinası da gözümüz gibidir. Kişisel tarihimizi anlatan fotoğraflara baktığımızda, orada gördüklerimiz kadar görmediklerimiz de olduğunu pek düşünmeyiz, ama gerçek budur. Fotoğraflara baka baka orada bulunduğunu bildiğimiz görüntü beynimize öyle nakşedilmiştir ki, zaten onun dışında bir şey görmeyi beklemeyiz. O sırada o odanın içinde veya bir parkta ya da bir konağın çatı katında kadraja girmemiş neler kaldığı gelmez aklımıza. Karşımızda kameranın sayısız olasılık arasından zamana karşı korumayı seçtiği kare vardır ve biz genellikle görmediklerimizle değil gördüklerimizle düşünürüz. Belleğimiz böyle şekillenir.

Değişen bakış açıları
Aslında bu durum tek tek bireyler için olduğu gibi, genel tarih ve toplumsal bellek için de geçerlidir. Yaşanmış, bitmiş bir geçmişin tarihinin yüzyıllar geçtikçe farklı farklı yazılabilmesinin nedeni, o geçmişteki olayların değil, onlara yönelik bakış açılarının değişmesidir. Evet, resim durduğumuz yere göre değişir. Modern ressamların en önemlilerinden biri sayılan Paul Cézanne, aynı noktaya farklı açılardan bakışları tek bir tuval üstüne yansıtarak geleneksel perspektif anlayışını altüst etmişti. Çünkü geleneksel perspektif sonuçta tablonun karşısında belli bir noktada, “ideal” noktada duran bir tek kişinin gözüne göre ayarlanmıştır. Oysa aynı görüntüye farklı noktalardan bakanların perspektifleri, dolayısıyla zihinlerine aktardıkları görüntüler farklı olur. El Greco’nun unutulmaz “Toledo” tablosu da kente farklı açılardan bakışın montajı gibidir.
Tarihe bakış da böyledir. Durduğunuz noktaya ve görmek için yaptığınız seçkiye göre manzara değişir. Tarihin en önemli dayanakları arasında sayılan devlet arşivleri, resmi yazışmalar, belgeler sonuçta hep birer seçkinin ürünü değil midir? Onların çektiği fotoğrafa bütün bir toplumun, yitip gitmiş kuşakların hepsinin veya temsili bir bölümünün sığdığı söylenebilir mi? Kişiler için geçerli olan şey, devletler için haydi haydi geçerlidir, hatta yüzyıllardır yazılı olmayan kuralların en başında yer alır: Devlet, sadece istediklerini görür ve sadece kendi seçtiklerini tarihe aktarır. Çünkü devletin meşruiyet sorunu vardır.

Ün ve efsane
Ama farklı noktalarda duranlar da kendi bakış-görüş seçkilerinden kaynaklanan belleği korumaya gayret ederler. Üzerlerine çöken kalın ve ağır resmi örtünün altında bu farklı seslerin önemli bir bölümü yitse de, bir bölümü de bazen zayıf bazen gür olarak işitilir. Kimi zaman bir türkü, kimi zaman bir halk hikâyesi, bir nakış, bir şiir, bir destan, bir efsane olur bu ses. Dayatılan tarihe meydan okur. Cemal Süreya’nın “Ün ve Efsane” diye çok güzel bir yazısı vardır: “Ün, türlü koşullar içinde koşuyu kazanan bir attır. Efsane, koşuyu kaybetse de kaybettikten sonra da koşuyu sürdüren bir at. Zapata’nın atı gibi. Vurulduktan sonra da bir süre uçan bir kuş. Halk onu alır, can kafesinin içine sokar, orada besleyip durur can yongasıyla. Budur efsane.”
Kısa süre sonra, bu dönemin de tarihi yazılmaya başlayacak. O sırada kimimiz hâlâ burada olacağız, kimimiz çoktan terk-i diyar etmiş olacağız. Kalanlar bugünlerin “ün” ve “efsane” tasnifinin nasıl yapıldığına tanıklık edecekler. Bugün kendi dışındaki her şeyi ezen siyaset alanından geriye ne kalacağını görecekler. Ve efsaneler yaşayacak ve Zapata’nın atı hâlâ koşmaya devam edecek.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Buzdağının altı 4 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları