Bilsay Kuruç

İktisat topluma yarar mı?

18 Mart 2024 Pazartesi

Biraz iktisattan konuşalım. Havada elektrik var. Değişecek. Ya fırtına şiddetlenecek ya da yaprağın kıpırdamadığı kuraklık gelecek. Toplum fırtınaya ve kuraklığa yakalanınca yön bulabilir mi? Bakalım.

Şeytan dürttü!

Ciddi iktisatçılarımızdan üçü ortak bir çalışma yaptılar. Korkut Boratav, Erinç Yeldan ve Ahmet Haşim Köse’nin “Türkiye’de Derinleşen Yapısal Kriz Eğilimi ve Kâr İtilimli Enflasyonun Dinamikleri” başlıklı önemli çalışması geçen aralık ayında yayımlandı: İktisat ve Toplum, Sayı 158. Girişinde, Bakan Şimşek’in “ücretleri enflasyonun temel nedeni olarak göstermesi” üzerine yaptıkları vurgulanıyor. Okuyunca diyorsunuz ki Şimşek iyi ki böyle konuşmuş, iktisatçılarımıza ve esasında meslektaşlarımızın tümüne bir büyük kapı açmış! Buyurun, iktisadın merkezine inin, demiş sanki!

Şimşek, elbette istemeden, şeytan tarafından dürtülmüş. Çünkü iktisadın merkezinde “bölüşüm” ve onun yapışık kardeşi “üretim” var. Toplumun bilgi, görgü ve kapasitesiyle (tarım, sanayi ve diğer sektörlerde) ürettiği “toplam hasıla”dan kimin payına ne kadar verildiğine “bölüşüm” diyoruz. Gelirleri en yüksek yüzdeden en düşük yüzdeye kadar sıralayan, teknik deyişle “gelir dağılımı” bunu yansıtıyor, denilebilir. Ama “servet”i (özel mülkiyet stokunu) kapsamıyor. Bunlara girmeyelim. 

Kapitalizmde iktisadın merkezi olan “bölüşüm”e adım atınca ufuk açılır. Pandora’nın Kutusu gibi açılır. Bölüşüm tablosuna bakınca ister istemez iktisatçıya çeşitli sorular doğar. O da sorar: Bu gelir paylarının değişmesi, birinin artıp ötekinin azalması galiba birinin gelirinin ve tasarruflarının ötekine aktarılışını yansıtıyor; öyle değil mi? Geliri kolayca izleyebiliriz de tasarruflar deyince “likid” (yani, para ve benzeri “akışkan” varlıklar) ve “likid olmayan” (taşınmazlar, otolar, vs.) varlıkların isteyerek/istemeyerek el değiştirme macerası için biraz derine dalmak lazım. O iktisatçının aklına takılır. Çünkü “Merkez”den, yani “bölüşüm”den bakınca, kapitalist ekonominin toplumdan alıp sermayeye veren süreçleri seyrine doyum olmaz bir TV dizisi gibi izlenecektir. Heyecanlıdır, yaratıcıdır.

Bknz: Boratav, yeldan, köse, İktisat ve toplum, Aralık 2023. İlgili derginin sahibi de bunu bekler...

Ana yemek ve ara sıcaklar

Boratav, Yeldan ve Köse’nin hem 20 yılın, hem de son yılların “bölüşüm” seyrini gösteren tabloları var. İkisini buraya alıyorum. Çarpıcıdır. Kapitalizme, kısa bir süre olan, son 20 yılda büyük mesafe aldıran, adeta ustura keskinliğiyle işleyen süreçlerinin fotoğrafıdır. Öğreticidir. Bölüşümün bu radikal fotoğrafı usturanın fiyatlarla “serbestçe” işleyebilmesiyle şekillenmiştir.

Para ve maliye politikaları, iç ve dış açıklar, krediler, döviz kuru ve faizler üzerinden “Merkez”e, yani “bölüşüm”e varırız. Nasıl varırız? Bunların tümünün taşıdığı fiyatlarla. Fiyatlar “tarafsız hakem” değildir. Taşıyıcıdır. Gelirleri, tasarrufları ve mülkiyeti taşırlar. Sermaye, “bölüşüm”e yansıyan payını fiyatlarla büyütür. Kısaca, kapitalizmde “ilk ve son tahlilde” “bölüşüm”ün bu ayarı fiyatlarla yapılır.

Yeldan, Köse ve Boratav gösteriyorlar, fiyatların taşıyıcı rolünün ekonominin tümünde etkileyici olduğu imalat sanayisinde (sanayinin kalbinde) bir “tekelimsi” yapı (oligopol) oluşmuştur ve bu oluşurken maliyetin üzerine eklenen ve fiyata (fiyatın sahibine) “kadiri mutlak” gücü veren bir prim (“kâr katsayısı”) (“mark-up”) de oluşmuştur. Sermaye için o prim “anasının ak sütü gibi helal”dir. Ekonomide fırtına (enflasyon) ya da kuraklık (deflasyon) halinde bunu kılıç gibi kullanarak kendini diri tutar.

Sermayenin gücü bundan ibaret değildir. Türkiye’nin son 20 yıllık kapitalizminde öğrenilmiş olmalıdır, ücretlerin düzeyini (emeğin “fiyatı”nı) sermaye belirler. Asgari ücretin toplam ücret yapısının yüzde 40’ında kemikleşmiş olması ve böylece tüm ücretleri aşağı çekmesi elbette sermayenin sınıfsal zaferidir. Ekonomik olarak bir “zafer”midir? O ayrı konu.

Kısaca, tüm iç fiyatlar yapısını sermaye belirler. Her fiyatı teker teker değil elbette. İktisatçının “göreli fiyatlar” dediği, “hangi ürünün ve hizmetin bir başka ürüne ve hizmete göre fiyatının ne olacağı” işin esasıdır. Bu sermaye için “olmazsa olmaz” ve temyizi kabil olmayan karar konusudur. Çünkü fiyatlar meselesinin özü burada yatar. Sermayenin fiyatlar üzerinde bu belirleyici gücü yoksa hiç gücü yok demektir. Elbette bu güç sermaye içinde çekişmelerle doğar. Ama orada doğar. Başka yerde değil.

Tüm iç fiyatlar dedik, ama gerçekçi olalım. Son 20 yılda kapitalizmimiz öyle yapılandı ki iç fiyatları esas olarak döviz kurunu belirleyen “dış dünya” şekillendiriyor. Demek ki “kâr katsayısı”ndan başlayıp, emeğin “fiyatı” ücretten geçerek döviz kurunun (yapışık kardeşi faizle birlikte) son noktayı koyduğu fiyatlara eriştiğimiz zaman kapitalizmimiz “bölüşüm”e ayar vermek üzere çift değil, üç dikiş atmış oluyor. Bu düğüme, daha önceki yazılarda anlatmış olduğumuz “ortakyaşam” gerçeğini, yani siyasal boyutu da eklersek (“Grevi sizler için yasakladık!”, 2016), “bölüşüm”ün tam, ince ayarına erişiriz.

Kısacası, ana yemek “üretim” ve “bölüşüm”dür. Birlikte servis edilir, birlikte yenir. Batı’da, kapitalizmin olgunlaşıp şaha kalktığı zamanlarda, ta 200 yıl önce o günün üstat iktisatçıları bu ana yemeğe “değer ve bölüşüm” diyorlardı. Şimdi, dünya sermayesinin kamçısıyla bizde kapitalizmin gemi azıya aldığı zamandayız. Bir bakıma onların 200 yıl önceki tablosundayız! Akdeniz’i yeniden keşfe girişmeyelim. İşin özünü kavramakta boşuna zorlanmayalım. Bilelim ki diğerleri, yani iç ve dış açıklar, krediler vs. iktisatçı için “ara sıcaklar”dır.

Geçiş

Ana yemekte “üretim” ve “bölüşüm”den, birinden ötekine geçiş “harcamalar”la (tüketim ve yatırım harcamaları) yapılır. Tüketim yapılacak ki üretilen ve üretilecek her şey alıcı bulsun, yani “hasıla”ya dönüşsün. Böyle bakınca görürüz ki tüketim harcamalarının (talebinin) hemen tümü emekçilere aittir. Yani, ilk sorun üretim hacmini sağlayacak işgücü için emekçinin ne kadar tüketim yapacağıdır. Kapitalizmde “ücret”in düzeyi buna ayarlanır. Sermaye sahiplerinin tüketimi (“lüks” tüketim) “toplam hasıla”nın hacmini belirleyecek büyüklükte değildir. Ama kapitalizmde sermaye sahipliğine verilen asıl rol onun “toplam hasıla”yı sürekli büyütecek ve ekonomiyi geliştirecek yatırım harcamalarının (yatırım talebinin) sahibi, sistemin “yatırım ajanı” olmasıdır. Türkiye kapitalizminde bu rol hakkıyla sahip bulmuş mu? Buna şimdi girmeyelim.

Yirminci yüzyılın bir üstat iktisatçısı, Michal Kalecki harcamalarla sürdürülen bu geçişi bir özdeyişle sunmuştur: “Emekçiler kazandıklarını harcarlar, kapitalistler harcadıklarını kazanırlar!” Bu bir “flaş bellek” özelliği taşıyor. İçinde üstadın tüm modelleri var!

Şunu vurgulayalım: Her kapitalizmde üretime katılmadığı halde “bölüşüm”den pay alanlar ya da kapanlar vardır. Onlara rantiye deniyor. Üretim sürecinde yer almazlar, “bölüşüm”de yer alırlar! “Toplam hasıla”yı büyütmezler, o “hasıla”dan yerler. Kapitalizm onları besler. Fırtınada iştahları açılır, kuraklıkta açlık çekmezler. Yani, “son tahlilde” kâr ve rant aynı sepettedir.

Sevgili Ali Sirmen’i dostça, sevgiyle, saygıyla anacağız.

Dönülmez akşamın ufku?

Kapitalizmimizde gelirler yapısını ve ücretin oradaki özelliğini bilmemiz lazım. Bununla iç içe, fiyatların “bölüşüm”ü nasıl şekillendirdiğini de bilmemiz lazım. Bunları bilmezsek, iktisatçı olarak havanda su döveriz.

Bunun bir genel bilgi yanı var: Emek kendi “fiyatı”nı (ücreti) üretimdeki verimliliğine göre belirleyemez. Sermaye kendi fiyatını (kâr katsayısı ile) belirlediği gibi, sistem ölçeğinde emeğinkini de belirler. Üretim sektörlerindeki fiyatlar da sermayenin ekonomi tablosundaki yerlerine göre sıralanırlar.

Emekçinin tüketimini, iktisatçı deyişiyle “ücret malları”nı sermaye üretir. “Kâr katsayısı”nı ve fiyatını koyar, kâr eder. İster ki emekçi ücreti kabilse tamamı ile bunları alsın. Öteki fiyatlar, faizler (paranın “fiyatı”) ve döviz kuru (paranın “dış fiyatı”) bu kolaylığı sağlasın ister. “Yatırım malları”nı (makineler gibi) üreten sermaye de çalıştırdığı emeğin ücretini ayarlamak için böyle bakar. Ücretlinin tüketimi ne kadar ucuza gelirse, ücret de o kadar aşağıda tutulabilir. İşin bu kısmı genel bilgi yanı.

Kapitalizmin dünyada 20. yüzyılın ikinci yarısında, bizde de takvim 2000’i gösterdiğinde geçtiği, ücretliyi etkileyen yeni bir “tarihi zaman” var. Buna, yine 20. yüzyılın üstat iktisatçılarından Josef Steindl dikkati çekmiş (1982). Kısaca, emekçi artık kapitalizmde borçlanmak zorundadır. Böylece, yukarıda vurguladığımız genel bilgi değişmeksizin, ücretli için yepyeni bir gelirler ve ödemeler sorunsalı vardır. Artık kendi gelirlerine ve ödemelerine hâkim değildir. Daima artan bir borçlanma yükümlülüğü ile karşı karşıyadır. Tüm fiyatları değiştirebilen sermaye artık emeğin gelirleri ve harcamalarını bir borçlanma süreci içinde değiştirerek “bölüşüm”ü iyice kilitleyebilmektedir! Fiyatların da borçların da yöneticisidir. Fırtınada da kuraklıkta da.

Steindl, “Bu gelirler yapısının irrasyonelliği o kadar güçlüdür ki tüm reform baskılarına karşı dayanıklıdır!” diyor. Gerçek irrasyonelliğin kapitalizmin bağrında yattığını ve kendi “yeni zamanları”na geçtikçe bu dokunun pekişeceğini söylemiş oluyor. Acaba dönülmez akşamın ufkunda mıyız?

Not: Son 20 küsur yılın iktisatçılıkta moda olan ana ekseni “para-faiz-kur” ile kurgulandığı için, genç iktisatçılarımız “reel dünya”ya geçişte sıkıntı yaşayabilirler. “Enflasyonun kaynağı nerede” gibi sislerle örtülen bir soruda, dünyanın “Onursal Merkez Bankası” sayılacak BIS’te fırından yeni çıkmış bir çalışmayı kendilerine öneririm: E. Kharroubi and F. Smets, “Monetary Policy with Profit-Driven Inflation”, BIS Working Papers, No. 1167, February 2024.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları