Almanya, bugün hem kendi hem de dünya tarihi açısından oldukça önemli bir seçim yaşayacak. Elbette seçim sonuçları açıklandığında dünya bir günde değişmiş olmayacak ama birkaç ayda, yılda yavaş yavaş etkilerine tanıklık edeceğimiz köklü bir değişimin öncesinde olabiliriz.
Beyaz Saray’ın ikinci adamı JD Vance geçtiğimiz günlerde Münih’teki güvenlik konferansında bir konuşma yaptı. Özetle Avrupa Birliği’ni ve eski kıta medeniyetini Ukranya üzerinden sahte bir ahlak satmakla suçladı. Amerika ve Avrupa’nın artık aynı liberal değerleri paylaşmadığını söyledi.
Bu gelişme çoğunlukla Rusya-Ukrayna savaşı özelinde ve ABD’nin veya Trump’ın Putin’ yanında yer alması olarak değerlendirilse bile aslında çok daha derin ve ideolojik bir anlam taşıyordu.
KÜLTÜREL HEGOMONYA
20. yüzyılın ilk yarısında özellikle Avrupa Marksiszm'ini derinden etkileyen İtalyan düşünür ve siyasetçi Antonio Gramsci’yi diğer sosyalist aydınlardan ayıran en önemli özelliği “kültür”e olan bakışıydı. Sosyalist düşünce pratiğinde kültür iktidarı köklendirmenin önemli bir aracı olarak görülürken Gramschi için iktidarın bizzat (hegomonya) temeliydi.
Ona göre kapitalizm ve liberalizm sırf baskı ve sömürü yoluyla değil aynı zamanda belli bir sınıfın değerlerinin tüm dünyanın değerleri olarak görülmesini sağlayan küresel bir rıza da üreterek güç kazanmıştı.
Bu kütlürel hegomonya “en başarılı” sınavlarından birisini McCarthy ABD’sindeki “komunist cadı avı” sırasında vermişti.
Liberal değerlerin özgürlük için farklı düşünceleri şeytanlaştırma gücü ve kitlelerin buna göz yumma eşiği hayranlık uyandırıcıydı.
Bunun çözümü ise sosyalistlerin kendi öz değerlerini güçlendirmesiydi. Bunun için de sayısal egemenliği alamıyorsa bile ahlaki ve entelektüel egemenliği ele geçirmeliydi. Bu işlevi görmek için küresel ölçekte görevli bir “tarihsel blok” oluşturulacaktı.
Aydın ve birikimli bir zümreden oluşacak bu sınıf modern Batı toplumunda işlev görecek biçimde hareket edecek ve medya, akademi gibi toplum biçimlendirme aygıtlarına “sızarak” ideolojik propogandanın bir parçası haline gelecekti.
Alman bir üniversite öğrencisi olan Rudi Dutschke’nin bu fikirlerden esinle ürettiği “Kurumlara doğru uzun yürüyüş” sloganı Grmaschi’nin fikirlerinin gayriresmi doktrini oldu.
Bu uzun yürüyüş, bugün Vance’in “artık ortak değerleri taşımıyoruz” sözünün altında yatan gerekçeleri de açıklıyor.
Büyük ölçüde Avrupa’da ve bir ölçüde de ABD’de başarıya ulaşan solun liberal düşüncelerle örtüşerek sandık iktidarında olmasa bile zihinsel iktidarda bir paydaş olması tıpkı Gramschi’nin öngördüğü gibi akademi ve medya odaklı bir yolculuktu.
Ancak fikir sentezleme pratiği en iyi ölçülebileceği şekliyle siyasi partilerde yaşandı. Kültürel liberalizmin sola çeken düşünce dünyası ile ekonomik liberalizmin sağa meyilli hareket örgüsü aslında günümüzde yaşadığımız pek çok düşünsel kaosun da temelindeki ikilem.
Bugün iktidarda olan Trump ile Vance, Musk gibi isimlerin saldırı altına aldığı Avrupa değerleri olarak görülen sol-liberal kültür inşasının temellerinin ABD’deki Demokrat Parti çevrelerinde atılmış olması ne kadar ilginç değilse günümüzde bu değerlerinin “Avrupalılık” fenomeni ile örtüşmesi de bir o kadar ilginç.
Üstelik AB eliyle inşa edilen bu kültürel hegomanyanın ABD kanalıyla gelen yaklaşık iki aylık saldırı sonucu Alman diplomat Christoph Heusgen’i ağlatacak derecede kırılganlık göstermesi "AB hikâyesinin sonuna mı geldik" sorularını sorduruyor.
Günümüzde herhangi bir baskıcı uygulama veya panoptikon türü bir gözetleme gündem olduğunda George Orwell’ın “1984” romanına atıf yapmak artık alışıldık bir refleks. Ancak söz konusu roman, öngörüler anlamında bununla sınırlı değil.
Romanın politik haritası Oceaina isimli büyük bir hiperdevleti içeriyordu. Söz konusu devlet ABD ve Büyük Britanya’nın birleşmesi ile kurulmuştu ve iki Amerika kıtası ile okyanus adalarının birleşiminden oluşuyordu.
Trump’ın Grönland, Kanada ve Panama’yı ABD sınırlarına katmak istemesini karikatürize bir diktatörün emperyal düşleri gibi algılayabilirsiniz.
Gramschi ekolündeki düşünürler için de ekonominin tek belirleyici olduğu tarih okumaları eleştiriye fazlasıyla açıktır ancak haritaya ve küresel Güney’i bekleyen geleceğe bir göz atarsanız bir adım sonrasına ilişkin gözlemleriniz daha keskin olabilir.
Nitekim bu çatışma iklimini tarihsel açıdan modernizm-postmodernizm çatışması olarak konumlamak mantıklı görünse de aslolanın Avrupa üzerinde artık işlevsiz kalan II. Dünya Savaşı sonrası barış ve refah anlatısı yerine yeni bir rıza üretimi oluşturmak olduğunu söylemek daha doğru gibi geliyor bana.
Bugün yapılacak seçimlerde bir oy patlaması yaşaması beklenen AfD’yi klasik bir marjinalizasyon ile "Nasyonel Sosyalist Parti"nin devamı olarak görmek isteyenler çok da olsa bu oluşumun ABD’deki Cumhuriyetçilerle yakın bağları ve Gazze Savaşı’nda İsrail’e destekleri bizi farklı bir okumaya mecbur kılıyor.
Avrupa’nın "cici" müesses nizamı ne kadar görünmez kılmaya çalışırsa çalışsın birçok gerçekçi akıl için AfD, Meloni ve Le Pen artık yaşanması kaçınılmaz ve gerekli de olacak bir deneyim.
Bunu alçak sesle de olsa söyleyenler mantıklı insanlar olmalı. Avrupa’da aşırı sağın yükselişini görebiliyor. Batı demokrasisi içinde aşırıların sisteme entegre edilerek sönümlendirilebileceğini düşünüyorlar ki sosyal demokratlar konusunda haklı çıktıkları söylenebilir.
CUMHURİYETİN SINIRLARI
Kısa süre önce ülkemizde yayıma giren bir dizi pek çaktırmasa da bu konuya eğildiğini iddia ediyordu. TRT’nin Tabii platformunda yer alan "Cihangir Cumhuriyeti" isimli yapım en azından iddia ettiği biçimiyle "ülkemizde süregelen kültürel bir hegomonya"ya parmak basma amacıyla çekilmişti.
Avrupa’nın deneyimlemeye hazırlandığı kültürel değişim evreninde 25 yıllık böylesi bir içeriğe maruz kalmak var mı bilinmez ama ülkemizde Batı’dan siyasi argüman devşirerek pozisyon kazanmaya çalışan tiplemeler giderek daha da gerçekdışı bir nitelik kazanıyor.
Gerçekdışı veya gerçekötesi olmanın da günümüz siyasi ikliminde bir yeri var ancak Netflix’İn antigonisti olma hedefiyle ortaya çıkan Tabii’nin “propoganda” becerisi hasmının yanında oldukça sönük kalıyor.
Sonuçta izleyenler propogandanın taşıdığı iletinin yanında kurgu, oyunculuk, çekim kalitesi gibi ölçütlerle de epey ilgileniyor... Hem televizyon başında hem de siyasette.