İnsanın bilinç dışı tam bir karmaşadır. Genelde günlük yaşamın dışına ittiğimiz pek çok istek, arzu, kavram ve karakter -evet gerçek karakterler- bilinç dışımızda yaşar.
Dünyanın görünen yüzünde kendine yer bulamayan bu somut ve soyut bileşenlerden oluşan topluluk kimi zaman kendini sanatın farklı dallarındaki yaratıcılıkla dışa vurur.
Zaten sanatsal herhangi bir yaratımı içine alan ezeli, ebedi ve dibine kadar politik tartışmanın da özü aslında budur:
Sanat insan eliyle ehlileştirilmiş yaşamın portresini mi bize sunacak yoksa geride kalanları bilinç akışımıza eşlik edecek kendine özgü bir “kitsch” estetikle mi aktaracak?
Bu soru kendi içinde sanata ilişkin gibi duyulsa da aslında yaşamın kendisiyle içkindir.
Bir siyasetçiyi ele alalım. Sanat onun gün yüzüne çıkardığı kahramanca özellikleri mi resmedecektir yoksa ardında kalan kaotik ve belki kötücül yanını mı?
Her ikisi de değerlidir. Birincisinden örnek vermek gerekirse Rönesans ile başlayan Avrupa sanatı çok uzun yıllar Katolik Kilisesi’nin himayesinde gelişmişti.
Sanatın kendine farklı bir yol bulması, himayedarlarının boyunduruğundan kurtulması veya en azından yüceltici olmayan haliyle bile himaye edilmeye değer görülmesi daha çok Aydınlanma sonrası gelişen psikolojik yaklaşımlarla birlikte olmuştu.
Sanat psikoloji açısından bireyin ruhunu okumak için bir araç olarak görülmüş böylece sanatçı da kısmen o yücelik tahtının yanındaki yerini terk etmek zorunda kalmıştı.
Çünkü bireye ilişkin bir veri bütünü olarak sanatsal üretimin her türü kendi içinde bir değer taşıyordu.
Bu yüzden sanatçı artık sokakta, köşedeki handa, akıl hastanesinde de olabilirdi. Böylesi bir konum zedelenmesinin sanata etkisi elbette hem içerik hem de üretimin ruh hali açısından epey önemliydi.
Yüceltilmeyen sanat niye yüceltsin? Kendi estetiğini yaratırdı ve sanat bu derdi. Eciş bücüş suretler, deforme olmuş bedenler, bilindik fizik yasalarını alaşağı eden perspektifler…
Söz konusu yaklaşım değişimini klasik müzikte de görebilirdiniz. Kralların, kraliçelerin dinlemeye asla tahammül edemeyeceği bozulmuş akortlar, aksak veya hiç var olmayan ritimler.
Sanata, sinestezik bir yaklaşım hakim olmuştu. Gördüğünüzü duyuyor, duyduğunuzu kokluyordu ve siz bunu tabii ki anlamıyordunuz.
Bunu anlayanlar zihninizin bir köşesine attığınız ucubeler olabilirdi ancak. Ucube sirklerini bilir misiniz? 19. yüzyıl sonu 20 yüzyıl başında eski ve yeni kıtalarda yaygın olan bu seyyar gösteriler adeta çağdaş insanın bilinç dışına bir yolculuğu gibiydi.
Gerçi ne de olsa tutsak edilmişlerdi ve insanlığın (!) pür bilincine bir zarar veremezlerdi. Ancak öylece bakıp gidemediler.
Ucubeler bir daha zihinlerdeki hapishanelerine geri dönmemek üzere açığa çıktılar. Onların da istekleri vardı, korkutucu görünseler de kendilerini güzel buluyorlardı. Yalnızca ilginç bulunmak değil değer görmek istiyorlardı.
Görmediklerinde kötülük yapmaktan çekinmezlerdi. Her yerden ortaya çıkarlardı. Bir telefon kulübesinden, koltuğun altından, bir kafenin arka tarafındaki çöplüğün içinden…
Bunca yıllık dışlanmışlık, azizlerin kutsanışını izlemek bıktırıcı bir azaptı, artık sona ermişti.
Sinema ve kültür dünyası dün acı bir haberle sarsıldı. Sözcüklerle tanımlaması zor bir sinematografik üslupla beyazperdeye kendi imzasını bırakan David Lynch yaşamını yitirdi.
Bu yazı da tüm ucubeleriyle ve yaratıklarıyla beyazperdeyi bambaşka bir anlatı ve estetikle tanıştıran Lynch’e ithaf olsun.