Referandumdan “Evet” çıksa da “Hayır” demeye devam etmek gerekiyor. Bu, ilk anda halkın iradesine saygısız, antidemokratik gibi görünen öneri, doğrudan adalet kavramıyla ilgilidir ve en azından üç nedene dayanıyor.
Meşruiyet sorunu
Birincisi: Referandumdan “Evet” çıkmasını isteyen Siyasal İslamın liderliği, partisi-hareketi, demokrasiyi ortadan kaldırmayı, idam cezasını geri getirmeyi vaat ediyor.
İkincisi: Referanduma, “Evet” isteyen bir iktidarın OHAL yönetimi altında gidiyoruz. Siyasal İslamın elindeki devlet aygıtları, yerel yönetimler “Hayır” diyenlere fiziki ve simgesel şiddet uyguluyor. “Hayır” kampanyasına saldıran siviller korunuyor, böylece “Hayır” diyenler korkutulmaya, yıldırılmaya çalışılarak, kampanya yapmaları, hatta düşüncelerini açıklamaları engelleniyor. Buna karşılık, devletin tüm maddi ve mali olanakları, uçaklar, otobüsler, meydanlar, salonlar “Evet” kampanyasının hizmetinde. Yerel yönetimler, “Evet” karşılığı seçmene, çeşitli “he”“diye”ler dağıtıyorlar.
Üçüncüsü: Referandumun güvenliğini sağlayacak, sonuçları denetleyecek kurumlar tarafsızlıklarını çoktan kaybettiler, Siyasal İslamın denetimi ya da etkisi altındalar. Bu koşullarda gidilmekte olan referandumda olası yolsuzlukları, bunlara ilişkin itirazları soruşturacak tarafsız bir kurum yoktur. Bu koşullarda, güçler dengesi ve süreçteki ağır adaletsizlikler göz önüne alındığında, bu referandumdan çıkacak tek güvenilir, meşru, kabul edilebilir sonuç “Hayır” olacaktır.
Demokrasinin sonu
Bu topraklarda kapitalist demokrasi, Batı’daki örneklerine göre her zaman çok sınırlı oldu. Ancak AKP rejimine gelene kadar, siyasetin egemen söylemi hep bu sınırların tartışılması, genişletilmesi, devletin, toplumun demokratikleştirilmesi, hatta insan hakları bağlamında şekillenmişti. Ülkedeki, emperyalizme bağımlı sermaye birikim modellerinin krizlerini aşma çabaları, demokratik hakların sınırlarına çarptığında, bu sınırları kapitalizmin andaki gereksinimlerine göre yeniden düzenlemek için gündeme gelen askeri darbeler bile “demokrasi” söylemini korumuş, demokrasiyi restore etme amacını daha baştan belirtmek gereksinimi duymuşlardır.
Askeri darbeler hep bu, sermayenin gereksinimleri - demokrasinin sınırları ilişkisini yöneten modele ait rejimlerdi. Askeri darbeleri, laikliği korumak için konmuş, kaynağı, toplumsal desteği belirsiz bir “vesayet” fantezisiyle açıklamaya kalmak, tarihi geriye doğru, darbelerin arkasındaki gerçek gücü (sermaye ilişkisini) gizleyerek yazmaya yönelik sığ bir çabadır. Anımsarsanız, Siyasal İslam da AKP önderliğinde iktidara yükselirken devleti eline geçirene kadar projesini, demokratikleştirme, “vesayeti kaldırma” söylemi altında ilerletmiştir. Sermayenin, AKP’ye destek verdiği noktada “askeri vesayet” diye bir şeyin aslında olmadığı da ortaya çıkmıştır.
Bu referanduma giderken iktidar partisinin liderliğinin, destekçisi kanaat önderlerinin “demokrasi söylemini”, karanlık bir imparatorluk nostaljisi uğruna tamamen terk etmiş olduğunu görüyoruz.
Pazartesi günü Orhan Bursalı anlattı, ben tekrarlamayacağım: Güçler ayrılığı yoksa anayasa da fiilen yoktur. Öyleyse artık sınırlı bile olsa demokratik bir rejimden söz edilemez. Referanduma sunulan “anayasa” “Evet” oyu alırsa, tüm yetkitek bir kişinin elinde toplanacaktır. Öyleyse yeni anayasa aslında, onaylandığı anda, dinci-totaliter bir rejimin kurulmasının aracısı olarak fiilen yok olacaktır.
Bu yeni rejime, en azından, anayasal bir bağlayıcılığı (hukuk devletini) ortadan kaldıracağı için “Hayır” demek, eğer “Evet” çıkarsa da bu süreçteki adaletsizliklerden dolayı “Hayır” demeye devam etmek gerekiyor. Evet, referandumda oy verecek bireyler vardır. Ama hakikatler de vardır. Adalet ise bunların başında gelir. Adalet arzusunu tatmin etmeyen her rejime direnmek insan olmanın gereğidir.
‘Evet’ çıksa da ‘Hayır’!
Yazarın Son Yazıları
Pazartesi günü, 2026’ya girerken ABD ekonomisinin çok kırılgan, küresel ekonominin resesyon eşiğinde olduğunu vurgulamıştım.
Dünya ekonomisi 2026’ya girerken resesyon sınırında (yüzde 3) yavaşlamaya devam ediyor, riskler ve büyüme önündeki engeller artıyor.
“Komisyon”, hukuki, idari ve anayasal bir zeminden yoksun.
The Economist 1990’larda, bir sayısında, finansallaşma başlarken 10 dev ABD bankasını kastederek “evrenin yeni efendileri” diyordu. Bu bankalar dünya borç piyasasında egemendi.
Serbest piyasa Ayetullahları sevindiler...
Küresel Organize Suç Endeksi’nin 2025 raporu açıklandı. Türkiye 2020’de 6.9 puanla 12. sıradayken bugün 7.2 ile 10. sıraya yükselmiş. Küresel ortalama 5.08. Bu endeks, sadece mafyanın gücünü ya da kaçakçılık hatlarını ölçmüyor; devlet içi yapılardan finansal suçlara, yargı bağımsızlığından ekonomiye sızmış suç ağlarına kadar geniş bir tabloyu ortaya koyuyor.
Küresel ısınma üzerine “Taraflar Konferansı” (COP30) Brezilya’da toplandı.
Emperyalist sistemin ABD, AB gibi merkezlerinin Türkiye gibi çevre ülkelerle ilişkilerinde demokrasi arzusu hiçbir zaman gerçek bir faktör olmadı. Bu ilişkiler her zaman çevre ülkenin ekonomik, jeopolitik açıdan kullanılabilir olma ilkesine dayandı.
Trump’ın başkanlığından hoşnut olmayanların oranı yüzde 60’ı geçti.
Busan’daki Trump-Şi zirvesi, yalnızca iki ülke arasındaki ticaret savaşında geçici bir ateşkes anlamına gelmiyor; aynı zamanda, 21. yüzyılın jeopolitik dengelerinde güç, liderlik gibi kavramların yeniden tanımlandığı bir döneme işaret ediyor. Zirvenin sonunda Trump’ın “12 üzerinden 10’luk bir görüşme” sözleri, Şi’nin ise “Dev gemiyi birlikte yönetiyoruz” vurgusu, ”yeni” bir durumu sergiliyor: Amerika artık “tek süper güç” değil.
Gözlerimizi gerçeğe açmamız gerekiyor.
Z kuşağının emeğin, doğanın, LGBTQ ve kadın haklarının değersizleştirilmesine, ırkçılığa gözetim kültürüne ve kurumsal otoriterliğe karşı zaman zaman isyana varan direnişi, yalnızca bir kuşak çatışması değil, sermayenin denetim kapasitesini sınırlayan tarihsel bir başkaldırı biçimi. Tam da bu nedenle, işletmelerinde kontrolü yitirme korkusu, teknoloji sermayesini giderek demokrasi düşmanı, hatta faşizan reflekslere sürüklüyor.
İsyan ve ekonomik kriz dinamikleri tarihte zaman zaman çakışıyor.
Geçtiğimiz günlerde, Altın 4 bin dolara ulaştı, piyasalarda “Borsa aşırı değerli” uyarıları sıklaştı. Jamie Diamond, Warren Buffet gibi ünlü yatırımcılar bu durumun sürdürülemezliğine işaret ediyorlar.
Gazze’de savaşın yerini alan ateşkes, ilk bakışta bir nefes alma imkânı sundu.
Cuma günü, Aurelien adlı bir yazarın “The cult of can’t” başlıklı denemesine rastladım. Perşembe yazımı okumuş olanların ilgisini çekeceğini düşünerek özetliyorum.
Kapitalizmin merkezlerinde (Anglosakson dünyada) uzun yıllar küreselleşmenin, teknolojinin (özellikle internet ve dijitalleşme) bizi “bugünden daha iyi” (özgür, demokratik, bolluk) günlere taşıyacağı anlatıldı.
Bu kez şanslıyım, önümde iki fotoğraf var. Meclis’in açılışında ve akşamında verilen davet sırasında çekilmiş bu fotoğraflar bugünkü siyasi şekillenmenin, “sağını-solunu”, çok güzel betimliyorlar.
Cumhurbaşkanının ABD ziyareti, MAPEG’in, 33 ilin topraklarını doğrudan madencilik yatırımlarına açması emperyalizm tartışmalarını yeniden canlandırdı.
Bilimde bazen bir sıçrama yalnızca araştırmacıların dar çevresini değil, tüm insanlığın geleceğini etkiler. 2020’de DeepMind’in geliştirdiği AlphaFold sistemi böyle bir andı.
“YZ dünyayı yutuyor” artık abartılı bir iddia değil.
Tsiridis’in çalışmasının en güçlü yanı, somut tarihsel analizleri belgelerle destekleyerek sivil toplumun (çoğunlukla göz ardı edilen) rolünü vurgulaması.
Dünya siyaseti ve ekonomisi, daha önce hiç görülmemiş bir biçimde birbirine benzeşen güç dinamikleriyle şekilleniyor.
Gazze’de yaşananlar, uluslararası medyada sıklıkla “çatışma”, giderek soykırım olarak tanımlansa da Prof. Jiang Xueqin olanların arkasında çok daha karanlık bir gerçeğin yattığını söylüyor.
ABD yönetimi, yeni savunma stratejisi raporunu, (QDR2001), 11 Eylül 2001 “olayının” tozu yatışmadan açıklamıştı.
Endonezya, yaygın protesto gösterileriyle sarsılıyor. Başkent Cakarta’dan ülkenin dört bir yanına yayılan bu olaylar, sadece yerel bir huzursuzluk değil, aynı zamanda küresel kapitalizmin çevre ülkelerde yarattığı derin eşitsizliklerin, devlet şiddetinin bir ürünü. İsyanın temelinde rejimin tüm kilit kurumların, parlamento dahil, içini boşaltmasıyla, demokratik haklarını kaybetmekte olduklarını hisseden geniş kitlelerin tepkisi yatıyor.
“Küreselleşme” yerini parçalanmaya bırakıyor, bir yeni-jeopolitik şekilleniyor.
Trump, seçim kampanyası boyunca, diktatör olmak dahil tüm arzularını açıkça söyledi. Dahası, Heritage Foundation “Project 2025” başlığı altında 900 sayfalık bir faşist devlete geçiş programı yayımladı. Bu program, devlet bürokrasisindeki özellikle de güvenlik bürokrasisindeki, “kurumsalcıları” ve “anayasalcıları” tasfiye ederek yerlerine başkana sadık olanları atamayı planlıyordu.
Uluslararası ilişkiler alanında yeni bir kavram var: “Ekonomik zorlama çağı” (Foreign Affaires).
Peki bu “ekonomik patlama” yaşanırken, insanların yerini YZ ajanları alırken, artan çıktıyı karşılayacak, kârların gerçekleşmesine, alınacak yatırım kararlarına kaynak olacak tüketici talebi nereden gelecek?
Rejim, seçimlerde kaybettiği belediyeleri geri alıyor, CHP’li belediyelerin liderliklerini tutukluyor, CHP’de Özgür Özel liderliğini tasfiye etmeye çalışıyor.
Amsterdam’da 1656 yılının temmuz ayında, 23 yaşındaki Baruch Spinoza, Avrupa’nın en güçlü sinagogunun önünde durdu, içeri girmeden derin bir nefes aldı.
ABD ekonomisinde, stagflasyon, “konut krizi” kaygıları artarken Trump, Ulusal Muhafızları, Washington DC sokaklarında konuşlandırdı...
Yaygın sıradanlaşmış, “veri hırsızlığı, sahte diplomalar (hoş değilmiş ama kazanç helalmiş), sahte imzalar” eşit (etnik) vatandaşlık topolojisi gibi çürüme semptomları üzerinde düşünürken aklıma eski bir yazımın başlığı geldi: “Hazırlıksız yakalanacağız”.
Köyler, dinler, mezhepler, tarikatlar, kabileler, fraksiyonlar...
İskoçya’da imzalanan ABD-AB ticaret anlaşmasını, bir yorumcu, İngiltere’nin “Süveyş anına” benzetti. İngiltere, 1956’da Fransa ve İsrail ile Süveyş Kanalı’nı ele geçirmek için hamle yaptığında, ABD’nin, “Geri çekilmezsen finansal sistemini çökertirim” tehdidine boyun eğmiş, artık hegemonyacı bir güç olmadığını öğrenmişti. Sanırım, bu anlaşmayla, Avrupa Birliği de ABD ve Çin’in yanında 3. bir küresel hegemonya merkezi olmadığını anladı.
Çin liderliğinin iki yol ayrımı önünde tercih yapması gerekiyor.
Kürt hareketinin siyasi ve askeri temsilcileri uzun erimli bir proje bağlamında süreci ilerletebilecek bir fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Haklı olabilirler. Ancak süreci doğru anlamlandırabildiklerinden emin değilim. Bugüne kadar Kürt halkının haklar ve özgürlükler taleplerini her zaman desteklemiş biri olarak düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.
Japonya’da pazar günü yapılan “Üst Meclis” seçimleri, ülkenin siyasi manzarasının değişmeye başladığını gösteriyor...
Ortadoğu’daki gelişmeleri jeopolitiğin gözlükleriyle okuma alışkanlığı yaygın. Halbuki, “jeopolitik”, devletlerin, “coğrafya kontrolü” konusundaki arzularına, kaygılarına ilişkindir. Emperyalizm ise kapitalizmin andaki ve bu anı kapsayan dönemdeki özelliklerinin anlaşılarak eleştirilmesine...