Rezaletleri düşünürken

15 Aralık 2022 Perşembe

Altı yaşındaki çocuğun, 29 yaşındaki bir adama zevk nesnesi olarak verilmiş olmasını, mide bulantımızı bastırarak tartışmaya çalışırken AKP döneminde sayıları hızla artan çocuk tacizlerinin, tecavüzlerin listeleri de medyada sergileniyor. Kimi politikacıların dikkatleri, “din kisvesi altında”, “dini alet ederek”, gibi ifadelerle kimi “sapık adamlar” üzerinde yoğunlaştırması da “yapısal belirleyicileri” gizliyor. 

Pek gelin biz de “kimi sapık adamlar”, “münferit vakalar” saptamasından başlayalım bakalım nereye gideceğine? Bu “sapık adamlar”, hangi “habitus”un (bireyin ya da grupların yetiştikleri ortamın tarihsel, kültürel ve dile ilişkin özellikleri) ürünüdür? Karşımıza, öncelikle dinci çevreler, tarikatlar ve 7.-8. yüzyıllarda, belli bir coğrafyada, köleciliği, kol bacak, hatta kafa kesme gibi cezalandırmaları norm kabul eden bir kültürü (Kültür: yaşam tarzlarını, bilgilerini ve değerlerini bir sonraki kuşaklara genetik olmayan yollarla aktaran pratikler) yaşamaya, dayatmaya çalışan pratikler çıkıyor. 

Habitus’tan hareket edince, bu “sapık”ların da başka “sapıkların” elinden geçmiş, cinselliklerini bastırmak zoruna kalmış olma olasılığını da göz önüne alarak, kimi zaman karşımızdakinin “yaralanmış bir ruh” olabileceğini de dikkate almamız gerekiyor. Bu da bizi, habitus’un kurumlarını ve değerlerini ve bunları ifade eden kavram setini değerlendirmeye yönlendiriyor. 

Dini cemaatler (Tarikatlar, medreseler, yurtlar) bu noktada, “yapısal belirleyicilerin” kurumları olarak karşımıza çıkıyor. Bu kurumların, her biri, 7.-8. yüzyılda şekillenmiş bir kutsal kitabı, tarikatın liderinin keyfine göre ve öbür tarikatlardan farklı biçimde yorumlayarak mutlak biçimde uygulama iddiasından kaynaklanıyor: Tarikat içindeki birey bu “kutsalın” mutlak yorumunun ve yorumcusunun pratiğinin sınırları içine hapsedilmiş bir bireydir.

Göz önüne alınması gereken bir boyut daha var: Bu habitus’un kurumlarının, kültürünün, dilinin yeniden üretimi. Bu da bizi ekonomiye, ekonomi politiğe ve iktidar ilişkisine getiriyor.

Yahudi, Hıristiyan, Müslüman tarikatları esas olarak yalnızca dini işlerle ilgilendikleri iddiasıyla yaşar, “geçim kaynaklarını”, kendi dışlarındaki pratiklerden elde ederler: Bağışlar, devletin topladığı vergilerden aldıkları paylar, devletin bunlara sağladığı ayrıcalıklar (vakıflar ve iratları), bir başka deyişle, toplumsal artık-değerden aldıkları pay. 

Karşımızda, toplumsal iş bölümü, ekonomik sosyal üretim ve yeniden üretim süreçleri içinde, üretim araçlarının mülkiyeti karşısında belli bir yerde bulunan, bu nedenle toplumsal artık üründen/değerden pay alabilen gruplar, dolayısıyla tabakalar/sınıflar var.

Bunlar, dini ideolojinin üretimi için, gerekli aracın (bilginin) mülkiyetine sahip sınıf ve tabakalardır; toplumun sınıflar matrisi (sömürü ilişkileri-zaman ve mekân kullanımının, adalet ve özgürlüğün sorunlarını konuşma ayrıcalıklarının dağılımı) içinde ayrıcalıklı bir konumdadırlar.

Bu bile başlı başına bir sorun iken bu sınıf ve tabakaların, devlet aygıtına ulaşmaya, örgütlenmelerini “milletimin inancının temsilcisi kurumlar” düzeyine yükselmeye başlamaları toplumda, hakları ve özgürlükleri tehdit eden bir kültürel-siyasi krizi tetikler (dün Mısır’da Mursi ve MK; şimdi İsrail’de Ben-Gvir, Smotrich). Çünkü, bu sınıf/tabaka, iktidarı ele geçirme şansı elde eden her sınıf/tabaka gibi kendi yaşam koşullarını topluma, “ötekini” susturarak, silerek dayatmayı, iktidarının ekonomik ve insan kaynaklarının yeniden üretimini güvenceye alarak, devleti yeniden şekillendirerek iktidarını kalıcılaştırmayı amaçlar. 

Günümüzde, bu süreci gerek özü gerekse de sergilediği biçimler (giysiler, ayrımcılık, şiddet eğilimi, lider kültü, kadın düşmanlığı vb.,) açısından “süreç olarak faşizm” kavramıyla tanımlamak gerekir.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları