Erinç Yeldan

Ekonomide Görünüm

09 Nisan 2014 Çarşamba

2013’ün verileri artık tamamlandı. Geçen haftaki yazımızda ulusal gelirde büyüme rakamlarını tartışmış ve büyümenin ana kaynaklarında “değişen bir şey olmadığını” vurgulamış idik. Bu haftaki yazımızda bir soluklanıp son on yılda büyümenin yapısal özelliklerini anımsamamızda ve hafızalarımızda kalıcı olarak yer açmamızda yarar görüyorum.
1) Bilindiği gibi Türkiye ekonomisi 2013’te yüzde 4 oranında reel büyüme gösterdi. Söz konusu büyümenin ardında yoğun olarak özel tüketim harcamalarındaki ivmelenmenin yattığı ve özellikle sabit sermaye yatırımlarındaki gerilemenin ekonominin potansiyel büyüme yolağını olumsuz etkilemekte olduğu sıkça vurgulandı. Söz konusu dönemde tüketim harcamalarındaki artış, elde edilen büyümenin yüzde 3.1’ini sağlamaktaydı.
Ekonomi yazınımızdaki değerlendirmelerde büyümenin “iç talebe dayalı” olmasının sakıncalı olduğu ve muhakkak “ihracata yönelik olarak” ivmelendirilmesi gereği sıkça dile getirilmektedir. Oysa, büyümenin iç talebe dayalı özellikler göstermesinin tek başına bir sakıncası yoktur. Hatta tersine, 80 milyona yaklaşan nüfusu ve geniş kırsal kesim yerleşimleri düşünüldüğünde, Türkiye benzeri orta gelir düzeyine sahip, geniş bir iç pazarı olan bir ekonomide, büyümenin “iç talep kaynaklı” olarak sürdürülmesinden daha doğal bir durum söz konusu olamazdı. Zira ihraç edilen mallar nihayetinde “yabancılar” tarafından tüketilmektedir ve dış satımdan elde edilen döviz ancak dolaylı yoldan Türk hanehalkının gelirine ve tüketimine yansımaktadır
Ancak burada söz konusu olan tehlike, büyümenin iç talebe dayalı olması değil; yurtiçi gelirin ve dolayısıyla tasarrufların düşük, tüketim talebinin finansmanının ise dış borçlanmaya dayalı olmasıdır. Türkiye’nin 2012’den 2013’e ulusal gelirindeki dolar bazındaki artış 34 milyar dolardır. Oysa 2013’ün sadece ilk dokuz ayında dış borçlarımızdaki net artış 35 milyar dolardır. Yani dış borçlarımız, milli gelirden daha da hızlı büyümektedir.
Türkiye, ancak dışarıdan borçlanabildiği sürece büyüyen bir ekonomi haline dönüştürülmüştür.
2) Bu dış borçlanma temposunun bir diğer izdüşümü ise, kuşkusuz, cari işlemler dengesindeki -artık yapısallaşmış niteliktekibozulma olarak gözlenmektedir. Cari işlemler açığı (dış açık ya da reel kesim döviz açığı) 2013 sonunda 64.9 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir (milli gelirin yüzde 7.9’u). Orta Vadeli Program’ın (OVP) 2013 yılına ilişkin cari işlemler açığı tahmini 58.8 milyar dolar idi. 2014 için cari işlemler açığını OVP 55 milyar, IMF ise 65.7 milyar dolar (milli gelirin yüzde 7.4’ü) olarak öngörmektedir.
Gene benzer bir yorumda bulunalım: Türkiye benzeri bir gelişmekte olan ekonomi için önemli olan tehlike tek başına cari işlemler açığının büyüklüğü değil, söz konusu açığın kırılgan finansman biçimleridir. 2013’te cari işlemler açığının finansmanında uzun vadeli, yabancı doğrudan yatırımların katkısı sadece yüzde 15 iken, portföy yatırımları ve diğer kısa vadeli sermaye akımlarının payı yüzde 46 düzeyindedir.
Türkiye’nin büyümesi yabancı finansal yatırımcıların spekülatif kaprislerine bağımlıdır.
3) Türkiye’nin makroekonomik göstergeleri, örneğin diğer “yükselen ve gelişmekte olan piyasa (YGP) ekonomileriyle” karşılaştırıldığında aslında ortalamanın altında ve daha istikrarsız bir görünüm sergilemektedir. 2009 krizi öncesinde Türkiye, sergilediği yüzde 6’lık ortalama büyüme hızıyla, YGP ekonomilerinin ortalaması olan yüzde 7.6’nın gerisinde kalmıştır. Dahası, YGP ekonomileri 2009 krizinde düşük olsa da pozitif bir büyüme içinde iken, Türkiye ekonomisi yüzde 4.8’lik gerilemeyle şiddetli bir daralma içine sürüklenmiştir.
Türkiye ekonomisinin “mucize bir başarı öyküsü yaratmakta olduğu” savı tamamen gerçekdışı, abartılı bir aldatmacadır. Türkiye ekonomisinin 2001 krizi sonrasında yıllık ortalama büyüme hızı, yüzde 4.8 olan tüm Cumhuriyet dönemi büyüme ortalamasından farklılık göstermemektedir. 2002 sonrası büyüme patikasının ardında, ucuz dövizin sunduğu aritmetik işlemlere dayalı olarak dolar bazında hızlı bir büyüme yanılsaması yaratmaktadır.
4) Büyümesini sürdürebilmek ve daha fazla “tüketebilmek” için Türkiye daha fazla dövizi ulusal para piyasasına çekmek zorundadır. Türk finans piyasalarında göreceli olarak daha yüksek faiz sunma politikası tüm 2003 sonrasında AKP’nin geliştirdiği ana hedef olmuştur.
Yüksek faiz ve bunun karşılığında ucuz döviz, AKP’nin makroekonomi politikalarının ta kendisidir. “Faiz lobisi” ve benzeri savlarla hayali ekonomik düşmanlar yaratma söylemleri, AKP’nin seçmen tabanına yönelik bir mağduriyet çabasından ibarettir.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları