Immanuel Wallerstein’i 1 Eylül günü seksen dokuz yaşında kaybettik. SUNY Binghamton Üniversitesi’nden 1999 yılında emekli olan, ancak sürekli yazan, düşünen, düşündüren Wallerstein hoca, Marx’ın sermaye analizini 20. yüzyılın gerçeklerine tarihsel bir perspektif altında bizlere (yeniden) sunan dev bir entelektüel idi.
Onu en yakından dünya-sistemi kuramıyla tanıyoruz. Wallerstein Hoca, sermayenin daha 14. yüzyılda İtalyan şehir devletçiklerinin üretim ilişkilerinde nüvelendiği andan itibaren bir “dünya-sistemi” biçiminde ortaya çıktığını düşünüyordu. Öncülük ettiği analitik yaklaşıma göre, tek tek yerel ya da ulusal sermaye biçimleriyle parçalı bir kapitalizmden söz etmek olası değildi. Sermaye daha başlangıcından bu yana ortak bir dünya-sistemi mantığına tabiydi ve sermayenin tek bir hedefi olabilirdi: daha çok kâr elde etmek için daha çok birikim...
Bu anlamda sermaye salt bir teknolojik yenilik öyküsü, ya da parasal servet biçiminden ibaret olamazdı. Sermayeyi, dünyasistemi dahilinde kapitalist sermaye olarak yenileyen olgu uluslararası ölçekte düzenlenmiş işbölümü idi. Uluslararası işbölümü, dünya-sisteminin kapitalist sermaye birikiminin gerekleri uyarınca merkez (core) ve çevre (periphery) ülkelere bölünmüş durumdaydı; modern devlet aygıtı da bu sistemin üstyapısını oluşturmaktaydı. Kapitalizmin teknolojik ve finansal gelişiminin liderliği merkez ülkelerince sürdürülürken, çevre ülkeleri bir yandan ucuz ücretli-emek deposu, diğer yandan küresel talep unsuru olarak dünya-sisteminin hiper sömürüsünün hüküm sürdüğü coğrafyalar olarak anılageldiler.
Wallerstein tarihsel gelişimi boyunca sermayenin birikim stratejisinin merkez ülkelerde öncelikle tekelci / oligopolist, çevre ülkelerde ise tam rekabetçi koşullarda yürütülmekte olduğunu vurgulamaktaydı. Zira, sermayenin mantığı açısından yatırım harcamalarının tam rekabet koşullarında sürdürülmesi aşırı derecede maliyetliydi. Oysa, tekelci ya da oligopolcü piyasalarda kârlılığın sürdürülebilmesi ve yatırımların ve teknolojik buluşların ticari kazançlara dönüştürülmesi çok daha kolaydı. Öte yandan çevre ülkelerde tam rekabetin sürdürülmesi sayesinde bu ülkelerde üretilen ürünlerin daha ucuza elde edilebilmesine olanak sağlanıyordu.
Dolayısıyla, uluslararası işbölümü uyarınca çevre ülkeler genellikle serbest rekabete açık, standart ve kâr marjlarının görece düşük olduğu sanayilerde uzmanlaşmaya itilirken; merkez ülkeler rekabetin daha düşük, tekelleşmenin daha yoğun olduğu ve kâr oranlarının da daha yüksek düzeylerde korunabildiği sanayilerin tasarım ve üretim süreçlerinde söz sahibi oldular. Uluslararası ticaret sistemi çevre ülkelerinden merkez ülkelere bu şekilde aktarılan küresel artık değerin kapitalist sermaye birikiminin gereklerine uygun olarak sürdürülebilmesine olanak sağlayan mekanizmalar ile donatıldı. Dünya Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, IMF ve finansal derecelendirme kuruluşları bu sistemin üstyapı kurumları olarak görev aldılar.
Immanuel Wallerstein bu yılın 15 Şubat’ında paylaştığı kişisel blog katkısında, 1968’de yaşananları bir dünya ihtilali olarak yorumluyordu. 1968 ihtilali başarıya ulaşamadı; onun yerine Vaşington mutabakatı diye adlandırılan ve “başka alternatif yok” dogmalarıyla sürdürülen ultra-muhafazakâr, hiper küreselleşme dalgası yerküreyi tahakkümü altına aldı. Sonuç, gerek merkez, gerekse çevre ülkelerde gelir eşitsizliğinin dayanılmaz ölçüde bozulması ve yoksullaşma oldu. Kutuplaşma ve sosyal dışlanmanın yol açtığı toplumsal şiddet küresel ölçekte yaygınlaştı ve daha fazla kâr elde etmekten başka hiçbir mantık gütmeyen kapitalizmin birikim rejiminin yaratmakta olduğu çevre tahribatı ile birleşince, kapitalist dünya-sistemi 20 yüzyılın son çeyreğinden başlayan yeni bir sistemik kriz dalgasına sürüklendi.
Wallerstein’e göre sistemik krizin, diğer konjonktürel türdeki krizlere görece en önemli ayırt edici özelliği, sert dalgalanmalar ve şiddete dayalı olması idi. Sistemik kriz, kapitalist dünya sisteminin tüm üstyapı kurumları ve piyasa akımlarıyla birlikte tahribata uğraması ve işlevlerini yitirmesi sonucunda artık sistem-içi müdahale biçimleriyle krizin atlatılamaması anlamına gelmekteydi. Günümüzde büyüme ancak 0-faiz diye anılan genişleyici para politikaları ve bu politikaların yol açtığı finansal köpükler ve rantlar sayesinde geçici olarak yaşanabiliyor. Kapitalizm dünya-sistemini birikim önceliklerine göre yeniden düzenleyebilme arayışı içerisinde; bunun için de küresel ölçekte şiddete başvurmaktan çekinmemekte. Kapitalizm şiddet ve açık savaşa başvurmadan dünyamızı yönetemez konumda.
Boğaziçi Üniversitesi’nden sevgili Hakan Yılmaz Hoca’nın deyişiyle “20. yüzyılın son 30-40 yılında, 1960’ı yıllardan itibaren, çoğu sosyal bilimcinin dile, söyleme, mikro süreçlere odaklandığı ve tarihselliği reddettiği postmodern dönemde, makro yapıların, ekonominin, tarihselliğin öyküsünü yazan büyük âlim Immanuel Wallerstein bu dünyadan göçtü”..
Işıklar içinde uyusun.
Immanuel Wallerstein’in ardından
Yazarın Son Yazıları
Amerika’da enflasyon yeniden
Kârların aşısından halkların aşısına...
Girişimci fabrikası üniversiteden enflasyona...
Halkın ekonomisi, ‘Özgür İktisat’
Rakamların anlattığı: 128 milyar dolar ve 60 milyar TL
Mundell ve açık makroekonomi
2018 Ağustos sonrasında enflasyon ve ücretler
Üniversiteler küresel tehdit altında
Paranın ve merkez bankacılığının serüveni, insanlık tarihinde görece yeni bir olgu.
Bitmeyen masal: Yapısal reform
Türkiye’de kadın olmak
Büyüme, istihdam, bölüşüm üstüne
Aşı emperyalizmi
24 Haziran 2018 ve sonrası
Türkiye İşçi Partisi 60, DİSK 54 yaşında
Biden’ın üçlemi
Kapitalizmin 1980 dönemeci ve 24 Ocak’lar
Üniversite nedir, ne değildir?
‘Yeni’ Türkiye’de mutfağın enflasyonu
Ücretli emek, küresel ekonomide ve Türkiye’de
Leo Panitch ve ütopyalarımız
Paris Sözleşmesi’nin beşinci yılı
Salgın günlerinde asgari ücret gerçekleri
Krize karşı paketler ve büyüme
19 Kasım öncesi ve sonrasıyla sanayi
19 Kasım’ı beklerken
Sınırsız sömürü, dibe doğru yarış
ABD seçimleri
“Son dönemin en kritik yapısal reformu hayata geçti. Cumhurbaşkanımızın başkanlığında Sanayileşme İcra Komitesi’ni kuruyoruz. Ekonomi tarihimizde böyle bir vizyon ilk defa hayata geçmiş olacak. Bu komitede, sanayimize seviye atlatacak ve ülkemizi geleceğe hazırlayacak kararlar, ilgili bakanlıklarla birlikte alınacak. (...) Uzun vadeli kamu alımlarını destekleyebileceğiz, böylece sanayide ölçek oluşumunu teşvik edeceğiz. Finansman, gümrük, çevre, altyapı, lojistik ve enerji gibi alanlarda kurumlar arası koordinasyonu hızlandırıp yatırımcının önünü çok net görmesini sağlayacağız. Tedarik zincirlerindeki kritik ürünlerin yerlileşmesini teşvik edip yurtiçi üretim çeşitliliğini zenginleştireceğiz.”
IMF’nin yılda iki kez yayımladığı “Dünya Ekonomisi Görünümü” (WEO) raporunun ardından Dünya Bankası ile birlikte düzenlediği yıllık toplantılarının ardından gözler bir kez daha dünya ekonomisinin Covid-19 krizi ve sonrasındaki olası seyrine çevrildi.
Amerika Başkanı Trump’ın Covid-19 virüsüne yakalanması ve neredeyse mucizevi bir biçimde kısa sürede sağlığına kavuşarak görevine geri dönmesi, geçen haftanın önemli başlıklarından birisiydi.
Ülkemizin yoğun ve yıpratıcı gündemi arasında, geçen hafta sessiz sedasız bir yıldönümü kutlandı: Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) bundan 60 yıl önce 30 Eylül 1960’ta 91 sayılı kanun ile kurulmuştu. Böylece Türkiye, kalkınmasını artık “iktisadi ve toplumsal hayatın bütününü göz önünde bulunduran ve en son tekniklere dayanan yeni ve ileri bir planlama anlayışı içinde gerçekleştirilecekti”.
2020-2023 yıllarını kapsayan Yeni Ekonomi Programı Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak tarafından dün açıklandı.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği Kanunu’na dayanarak 23 Ocak 1953’te kuruldu. Altmış beş ile yayılmış tabipler odalarına kayıtlı yüz bini aşkın hekimi bünyesinde barındırmakta. Üyelerinin yarısı kamuda çalışan, üyeliği zorunlu olmayan hekimlerden oluşuyor.
Ulusal ekonominin seyrindeki inişli çıkışlı dalgalanmaların alfabenin harflerine benzetilerek açıklanmaya çalışılması ekonomi gündemimizin renkli ve popüler uğraşları arasında. Özellikle ilgi çeken harf, V ! Bununla daralan bir ekonominin, aynı hız ve kararlılıkla çıkışa geçeceği vurgulanıyor. Örneğin, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak geçen hafta içerisinde yaptığı açıklamada, “tüm öncü göstergeler Türkiye açısından en kötünün geride kaldığını gösteriyor. 2. yarıda ‘V’ şeklinde toparlanma bekliyoruz” sözleriyle bu beklentiyi dile getirmekteydi.
Bu satırların yazıldığı sırada dünyada toplam olgu sayısı 27 milyon 436 bin kişiyi aşmış; virüs nedeniyle yaşamını kaybedenlerin sayısı 896 bin kişiye ulaşmış idi. 7 Eylül itibarıyla, Sağlık Bakanlığı’nca yayımlanan resmi verilere göre, ülkemizdeki aktif olgu sayısı 281 bin 509 kişi; yaşamını kaybedenlerin sayısı ise 6 bin 730 idi.
Türkiye’nin milli geliri 2020’nin ikinci çeyreğinde bir yıl öncesine oranla yüzde 9.9 azaldı.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, geçen hafta “Türkiye, tarihinin en büyük doğalgaz keşfini Karadeniz’de gerçekleştirdi” sözleriyle kamuoyunda bir süredir beklenmekte olan müjdeyi açıkladı. Erdoğan, 320 milyar metreküp doğalgaz rezervi bulunduğunu belirterek “Hedefimiz 2023’te Karadeniz gazını milletimizin kullanımına sunmaktır” dedi. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak da söz konusu müjdeyi “Artık cari fazlayı ve döviz fazlasını konuşacağımız yeni bir dönem başladı” sözleriyle karşıladı.
Türk Lirası’nın uluslararası paralar karşısında hızla değer yitirdiği günlerin ardından konuşan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, dövizdeki pahalılığın vatandaşlar açısından önemli olmadığının altını çizerek “Önemli olan kurun seviyesi değil rekabetçi olup olmamasıdır” dedi ve “Turizmin gelmesi için ihracatçı için benim para birimim daha cazip, daha rekabetçi olsun” görüşünü savundu.
Başlığımızdan yola çıkalım: “Türk Lirası’nın seyrini ve TC Merkez Bankası’nın ne yapmak istediğini anlamak” hiç de zor değil aslında… Bu sorulara yanıt verebilmek için çok derin iktisat bilgisine de ihtiyaç gerekmiyor. Biraz sağduyu, en temel birkaç veriyi izlemek ve önyargılı, bağnaz inançlardan uzak, akılcı düşünmek yeterli. Ama bu saydıklarımız içinde de en zor olanı sonuncusu: Bağnazlık ve kör inançlara değil, bilimsel şüpheye ve aklın üstünlüğüne dayanmak.