Bir nehir, bir şato, bin tarih

08 Mayıs 2022 Pazar

Fransa’nın başkenti her zaman Paris değildi. Krallığın “payitahtı” epeyce yer değiştirdi ve 15.Yüzyıl’dan 16.Yüzyıl’a kadarki dönemde, tarihteki bütün büyük ya da önemli yerleşim merkezleri gibi ortasından su geçen Tours kentiydi.

Tours’un bir özelliği, Fransız ebediyatında referans alınan söylem ve yazım tekniğinin beşiği olmasıdır. 

Tours sözcüğünün Türkçede “kuleler” anlamına gelmesi boşuna değil. Çünkü kentin ve bölgenin ortasından geçen Loire Nehri, bütün dünyadan görmeye gelinen birbirinden görkemli kalelerle çevrilidir.

Bölgenin cömert doğası, şarapçılık tarihine altın harflerle yazdırdığı zenginlikle birleşince, kalelerin yanına savunma amaçlı olmayan gösterişli saraylar da eklenmiş ve sonuçta, “Loire Şatoları” diye anılan efsane yaratılmıştır. 

Büyüklü küçüklü 56 şatonun oluşturduğu güzergâh, bugün dünyanın dört bir yanından hem gezerek öğrenmeye, hem de “şarap” tatmaya gelinen bir yöre. 

İŞGAL EBEDİ DEĞİLDİ

Loire Nehri’nin kıyısını izleyen ve yemyeşil bir doğanın göz alabildiğine uzanıp yorgun gözleri dinlendirdiği Touraine bölgesi, tam bir yüzyıl süreyle İngiliz işgalinde kalmış ve İngiltere İmparatorluğu o yıllarda Fransa’nın başkenti Tours’u topraklarına katınca, bir ara buraları “ebediyen” mülkü sanmış!

Örneğin İngiliz Kralları II. Henri ve oğlu Aslan Yürekli Richard, buradaki şatolardan Fontevraud Manastırı’na gömülmüşler...

Ama Fontevraud Manastırı’nın tarihi, İngiliz Kraliyet Mezarlığı olmadan çok önce, Katolik Kilisesi’nin günümüzde çok tartışılan bir kararına dayanıyor.

Papa’nın ruhani lideri olduğu Katolik Kilisesi’ni diğer Hıristiyan mezheplerden ayıran özelliklerden biri, ruhban sınıfının “cinsel orucu”dur. Başka bir deyişle, papazlar ve keşişlere evlilik de yasaktır, evlilik dışı ilişki de.

Oysa Katolikliğin ilk bin yılında, durum böyle değildi.

Evet, ruhban sınıfı çoğunlukla erkeklerden oluşuyordu, ama aralarında kadınlar da vardı ve evlenip çoluk çocuğa da karışıyorlardı. 

AH KADINLAR... 

Ta ki Papa II. Urban, kadınlara ayin yönetmeyi yasaklayıp, papazlara ve kişişlere de “bekarlık” kuralını koyana kadar...

1095 yılında çıkan bu fetvayla, din adamlarının evlilik kayıtları iptal edildi, karıları köle tüccarlarına satıldı, çocukları sokak ortasına atıldı, kaderlerine terk edildiler. 

Tüm Katolik ülkelerde olduğu gibi Fransa yolları da aç biilaç papaz çocukları ve köle tüccarlarının satın almadığı, yaşlı ve hasta kadınlarla dolmuştu. 

Dine karşı gelmek bir yana, gelindiği kuşkusunun bile “yakılarak” infazla sonuçlandığı bu bağnazlık (Engizisyon) döneminde, Robert d’Arbrissel adlı “Tanrı delisi” bir köy papazı, Papa’nın acımasız fetvasını içine sindiremedi. Ortada kalan kadın ve çocukları topladı, peşine taktı. Touraine bölgesine geldi. Onlarla birlikte, 1105 yılından 1160’a değin, Fontevraud Manastırı’nı inşa etti. 

Bir ölçü vermek gerekirse, Ayasofya büyüklüğünde beş ayrı yapıdan oluşan manastır yerleşkesinde, kimsesiz, yoksul kadınlara, çocuklara kucak açan yurtlar ve toplum dışına atılan cüzzamlıların barındığı bir hastane kuruldu. 

FEMİNİST DİN ADAMI

Robert d’Arbrissel, açıkça söylemeden Papa’ya isyan taşıyan bu girişimle de yetinmedi: devasa bir “tapınak kent” görünümündeki Fontevraud Manastırı’nı yönetmekle kadın ruhban görevlendirdi. İşgal yıllarında İngiliz Kraliyeti’nin tapınağı haline gelen bu manastırı, tarihte 16 keşiş kadın yönetti. 

Robert d’Arbrissel, bugün Katolik tarihinin ilk “feminist” din adamı kabul ediliyor.

Ne var ki UNESCO’nun “mimari harika” seçtiği Fontevraud Manastırı, ancak 1800’lü yıllara kadar muhtaçlara şefkat dağıtabildi. Napolyon Bonapart tarafından devlet hapisanesine dönüştürülen şato, 1963 yılına değin Fransa’nın üç büyük cezaevinden biri olarak kullanıldı.

Günümüzde, olağanüstü bir sanat merkezi.

Ve dünyaca ünlü orkestraların konserler verdiği, tiyatro, sinema festivallerinin düzenlendiği Fontevraud; kimsesizlerden mahpuslara acılarla yüklü tarihinden nihayet kurtulduğu dönüşümü, General de Gaulle zamanında Fransa’yı “dünyanın kültür merkezi” haline getiren Kültür Bakanı, dev yazar, agnostik Andre Malraux’ya borçlu...

UNUTMA MAHCUBU

Yalnızca topraklar değil

yaz sevdaları da susuzluk çeker.

Nereye koşar kana, kana dalgalar.

Mavi bir resim olur gökyüzünde

geceleri Akdeniz.

Arkalarında özlemleri

kırık dökük tekneleriyle

ne kaptanlar geçer bir bilseniz.

Bir  tutam yalnızlıkla kalır sofralar.

Anılar kan kaybeder.

Eski yaraların sızısıyla başlar

sabahlar.

İlk önce gözlerin sonra ellerin

unutma mahcubu olurlar.

Mayıslar, Mayıslar

ayrılıkları ölümsüz kılar..

A. Kadri ERGİN



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kıyamete hazırlık 14 Nisan 2024
Kibir ve kir 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları