Yine bir mart ayı...

11 Mart 2018 Pazar

Sevgili Ahmet, yine bir mart ayı ve sen, yine cezaevinden, Silivri’den çıkıyorsun...
Gazeteciler için bu giriş çıkışlar artık maalesef öyle olağan bir hal aldı ki, özgürlüğüne kavuştuğun ilk anlarda hemen “Altı yıl önce yine bir mart ayında buradan çıkmıştım. Bugün yine bir mart ayı” demişsin...
Mevsimler geçiyor, yıllar devriliyor; üzerimizdeki baskı dağılmıyor.
Baktım geçen çıkışınla bu çıkışın arasında, sakallarına kır düşmüş.
Sevgili Murat’ın gür saçları ise bembeyaz olmuş.
Genç iki insan, saçınızı, sakalınızı demir parmaklıklar ardında ağarttınız sonuçta.
Dolayısıyla, haklısın.
“Sevinmeyin! Sevinecek ne var?” diyorsun...
Görüşleri nedeniyle özgürlüklerinden alıkonulan insanların; en doğal haklarına, sanki bir “lütuf bahşedercesine” kavuşturulmalarının nesine sevinelim hakikaten?
Mahkeme başkanı kararı açıklarken bir de üstüne, “Murat Sabuncu Boğaz’ı görmek istiyormuş, gitsin görsün!” demiş.
Annen için, “Ahmet Şık’ın annesi ermişmiş, onu üzmeyelim!” diye konuşmuş.
“Kaptanlar gemiyi en son terk eder!” hükmüyle de beri yanda Akın Atalay’ı alıkoymuş.

Zaytung şakası gibi
Haberi ilk gördüğümde önce “Zaytung şakası” sandım.
Ama doğruymuş.
Özgürlükle tutsaklık arasındaki fark Türkiye’de böyle işte bir Zaytung esprisi kadar hafif ve absürt olabiliyor.
Bu nedenle sevinç duyamıyoruz. İçimiz kan ağlıyor esasen.
Neden içeri alındınız?
Neden bunca zaman içerde kaldınız? Neden en doğal hakkınız olan özgürlüğünüzden, sevdiklerinizden, ailenizden, dostlarınızdan mahrum bırakıldınız?
Akın Atalay neden hâlâ içerde?
Neden gazetemiz bu sonsuz zulüm çarkından bir türlü kurtulamıyor?
İnsanların hayatlarıyla nasıl koca ülkenin gözleri önünde böyle acımasızca oynanıyor?
Hayatlar ve haklar neden bizde bunca değersiz?
Zindanlarda insanların boşuna çektiği acılar, nasıl oluyor da kamuoyunda bunca doğal ve olağan bir kadercilikle kanıksanıp içselleştiriliyor?
Bunları düşündükçe sevinmek bir yana, sevdikleriyle cezaevi önünde kucaklaşan arkadaşlarımızı izlerken yüreğimiz dağlanıyor.

‘Kurumsal şiddet’ sarmalı
Türkiye de iki hafa tutuklu kalan İtalyan gazeteci Gabriele Del Grande geçen bahar serbest kalırken, “Türkiye’de fiziki şiddet değil ama kurumsal şiddet gördüm!” demiş, “Kurumsal şiddet, şiddetlerin aslında en kötüsü” demeye getirmişti.
Sevgili Ahmet ve Murat; çıkışınızı izlerken, Türkiye’nin “gazeteci konukseverliğini” tadan İtalyan meslektaşın yaptığı “kurumsal şiddet” saptaması aklıma geldi.
Durumu gerçekte bundan iyi anlatan bir ifade bulunamaz.
Geçmiş haksızlıkların hesabı sorulmadığı ve “Bir daha asla bu hukuksuzluklar olmayacak, insanlar boş yere yatmayacak!” denmediği/denemediği için, “kurumsal şiddet” yinelenip katlanıyor ve giderek kanıksanıyor.
“Hükümeti eleştirmek, ‘şüpheli’ sayılan bir medya kuruluşu için çalışmak, hassas bazı kaynaklarla iletişim kurmak, şifreli bir mesajlaşma uygulamasını kullanmak bile terör suçlamasıyla gazetecilerin hapse atılmasına yetiyor!”
Bunlar benim değil, Türkiye’yi bir kez daha “dünyanın en büyük hapishanesi” ilan eden “Sınır Tanımayan Gazeteciler”in son raporundan alınan ifadeler.
Ülkemizde gazetecilerin uğradığı zulmü, dünya böyle dumur olmuş, izliyor.
Tahliyenizi dün sabah “Radio Radicale” adlı bir İtalyan radyosunda dinledim.
Haberi aktaran gazeteci nefes nefese “İnanılır gibi değil” diye anlatıyordu: “Cumhuriyet yazarları sadece görüşlerinden ötürü yargılanıyor. Gazete sırf yayın çizgisi nedeniyle suçlamalara maruz kalıyor.”
Sonuna dek haklısın sevgili Ahmet Şık, sevinilecek hiçbir şey yok hakikaten.
Sevgili Murat’la “özgürlüğünüze hoş geldiniz”.
Akın’ın da en kısa zamanda aramıza katılması, hep birlikte aydınlık günlere kavuşmak ümidiyle...



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kılıçdaroğlu vakası 14 Nisan 2024
31 Mart’ın bahsi 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları