Özdemir İnce

Nomenklatura üzerine (2)

21 Ocak 2022 Cuma

Komünist blok rejimleri neredeyse kendiliğinden yıkıldı. Dayanak sütunları kesilmiş bir bina gibi içine göçtü. İşsizlik, açlık ve sefalet söz konusu bile değildi. Neden yıkıldı? Bir ortak mülkiyet rejimi bir sihirbazın parmak şaklatmasıyla şıp diye özel mülkiyete, kapitalizme kapılandı; savcı, mühendis, öğretmen kadınlar Nataşa’ya dönüştü; parti kodamanları oligark oluverdi… Kansız… Oysa kapitalizm daha rezil durumda şimdi, Marx her zamankinden daha haklı… Ama şimdi 2001 yılında yazılmış bir yazımı okuyalım:

BALALAYKA(*)                                                                                             

Ali Özgentürk’ün “Balalayka” adlı filmini özel gösterimde izlerken, beynimde on yıl önce Le Nouvel Observateur (1-7 Şubat 1990) dergisinde okuduğum bir kolokyumun metni altyazı gibi geçip gidiyordu.

Derginin Sorbonne Üniversitesi’nde düzenlediği “Komünizm Sonrasının Büyük Tartışması” başlıklı kolokyumda dönemin bilim adamları, düşünür ve yazarları tartışmışlardı.

Örneğin Aleksander Smolar, eski komünist ülkelerde çalışma (iş) hakkının insan saygınlığının en önemli parçası olduğunu; bu ülkelerde siyasal hakların bulunmamasına karşın Doğu insanının, iş güvencesinin koruması altında olduğunu söylüyordu.

Jacques Rupnik adlı bir başka konuşmacı da halkın çok büyük bir çoğunluğunun şikâyetçi olduğu yönetici sınıf Nomenklatura’nın, uluslararası ilişkiler konusunda deneyimli olması nedeniyle kapitalizme geçiş döneminde de yerini koruyacağını ileri sürüyordu. Böylece, mevcut düzende gayri meşru konumda olan Nomenklatura’yı kapitalizm meşrulaştıracaktı.

Smolar ile Rupnik’in tahminleri gerçekleşti: Nomenklatura’nın insanları işadamına, bankacıya, genel müdür ve yöneticiye dönüştü.

Zararına da olsa devlet güvencesi altında iş sahibi olan işçi, teknisyen ve “beyaz yakalı” uzmanlar işsiz kaldılar. İşlerini koruyabilenler ise karınlarını doyuramaz bir konuma geldiler.

Eski dönemde tiyatroya, baleye, konserlere ve sinemalara gitmeyi alışkanlık haline getirmiş, kitap okumayı gündelik yaşamın doğal parçası sayan bu insanlar kısa zamanda uygar yaşamdan uzaklaşmak zorunda kaldılar.

Eski dönemde Yevtuşenko, Voznessensky gibi şairlerin kitapları yüz binlerce basılır, stadyumlarda şiirlerini on binlerce kişiye okurlardı. Rejimle arası iyi olmayan yazarların kitapları daktiloyla, teksirle çoğaltılır, gizlice ateş pahasına satılırdı. Bu yeraltı yayıncılığına “samizdat” adı verilmişti. Örneğin çağımızın en büyük şairlerinden biri olan Çuvaş (Hun-Türk) asıllı Gennadi (Hunnadi) Aygi’nin yapıtları yayımlanamıyordu. Şimdi eski görkemin yerinde yeller esiyor.

***

Sonrasını biliyoruz: Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, sosyalist anlayışla planlanmış ve karşılıklı olarak birbirine bağımlı ekonomiler çöktü. Sosyalist düzenin insanı, mafyalar tarafından yönetilen yeni vahşi kapitalizmin koşullarına uyum sağlayamadı. Kapitalizmin mucizesine inanan saf insanlar kendilerini yoksulluğun dibinde buldular. İşsizlik ve açlıkla tanıştılar. 

Çoğunluğu kadınlar olmak üzere “Bavul Ticareti” için ülkemize gelmeye başladılar. Ticaret hacmi, söylendiğine göre Türkiye lehine birkaç milyar doları buldu.

Bu kadınların bir bölümü, daha kârlı olduğunu düşündüğü için fuhuş sektöründe “Nataşa”ya dönüştü. (Kendi adıma, başta Tolstoy’un Nataşa’sı olmak üzere bütün Nataşalardan özür dilerim.)

***

Işıl Özgentürk senaryosunu iki tema üzerine oturtmuş: Biri, babalarının vasiyeti üzerine Batum’a gidip onun bir yakın arkadaşının kemiklerini Türkiye’ye getirmeye girişen üç kardeşin öyküsü. İkincisi, üç kardeşle birlikte aynı otobüste yolculuk yapan ve Türkiye’de şanslarını denemek isteyen çaresiz kadınların öyküsü. Kadınlardan biri tiyatro sanatçısı, ikincisi sanat tarihçisi, üçüncüsü kimya mühendisi ya da öğretmen. Meslekleri tam olarak anımsamayabilirim ama eski toplumda meslekleriyle özel ve saygın bir konumda bulunan kadınların Eldorado yolculuklarının öyküsü. Bu iki öyküye ek olarak Karadeniz’in fuhuş kabadayıları ve gerçek dünya bilincini yitirmiş bir meczup gazi…

Sinema eleştirisi yapmak niyetinde değilim. Ama sıradan bir sinema seyircisi olarak, öykünün görsel anlatımı beni derinlemesine etkiledi. Özellikle de kadınları canlandıran yabancı aktristlerin oyun gücü.

“Hava civa” ile sanat yapıldığına tanık olduğumuz bir dönemde, BALALAYKA  insanların trajik acılarını anlatan insani bir film. Görülmesi için bu özelliği bile yeterli. 


(*) Hürriyet Avrupa, 18 Nisan 2001



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları