Ali İsmail Korkmaz, Diktatörlük ve Ötekiler

31 Ağustos 2013 Cumartesi

Tabii bu sözcüklerden ister istemez yükselen ve daha önce de birçok kez örneklerine ve sonuçlarına şahit olduğumuz şey tehdit ve sindirmenin kendisidir.

Gezi olayları sırasında Eskişehir’de bir sokak arasında kıstırılıp aralarında polisin de olduğu bir grup tarafından öldüresiye dövüldükten sonra hayatını kaybeden Ali İsmail Korkmaz’ın dövülme anına ait kamera görüntülerine, bin bir türlü yok edilme ve ortaya çıkmama tehlikesi geçirdikten sonra ve ancak çok uzun uğraşlar neticesinde ve başarılı gazetecilik ısrarları sayesinde ulaşılabildi.

Bu ülkede ne yazık ki vazgeçilemeyen yaygın reflekslerden biridir bu; işlenen bir suça bilhassa polisin veya bir başka devlet görevlisinin ismi karışmışsa olayın üzeri ya da en azından suçun devlet görevlileriyle bağlantılı olan kısmının üzeri elbirliğiyle, canhıraş bir biçimde, hatta çoğu zaman pek fazla anlayıp dinlemeden, araştırmadan örtülmeye çalışılır.

Eskişehir Valisi’nin, “Ali İsmail Korkmaz’ı kendi arkadaşları dövmüştür, polis yaptı süsü vermeye çalışıyorlar” tespiti, bu durumun en hafif örneklerinden biri olarak verilebilir.

Ayrıca Ali İsmail Korkmaz’ın ölümünü soruşturan savcılığın, Korkmaz’ın olay gecesi sevk edildiği hastanenin acil servis doktoru ile hastane polisi hakkında soruşturma açma izni istemesine karşın kaymakamlığın bu izni vermeme kararı alması da aynı çerçevede yorumlanabilir.
Ülke tarihinin tozlu sayfalarına şöyle bir göz attığımızda nice cinayetlerle, nice faili meçhullerle, daha nice suçlarla karşılaşırız bu şekilde karanlığa gömülen…

Bundan daha üzücü olan gerçek ise aslında toplumun genelinin bu durumun farkında oluşu ya da kolaylıkla tahmin edebilecek kadar içselleştirmiş olmasıdır. Ancak bu farkındalık bile vicdanlarımızı ve adalet duygumuzu olması gerektiği kadar harekete geçirmeye yetmez.
Çünkü toplumsal bir karakterdir bahsettiğimiz aslında; “kendinden olanı ne pahasına olursa olsun kollama içgüdüsü”, “ötekiler bizimkilere karşı” algısı ve beraberinde kaçınılmaz olarak gelen ayrışma, kutuplaşma, yalnızlaşma…

“Bizim meydanlarımız Tahrir değil Rabia, Adeviye olacak” demek de bir anlamda bu algının devamı değil midir? Halbuki Tahrir Meydanı da bir diktatörün sonunun geldiği meydan değil miydi?

Rabia ya da Adeviye’de darbeye karşı ayaklanan insanlar desteklenirken neden Tahrir’de demokrasi için bağıran halkın sesi duyulmaz?

Taksim Gezi ve onunla birlikte milyonların talepleri neden yok edilmek, yok sayılmak istenir?
“Bizim sesimizi” duyuran meydanlar yaşatılırken “onların sesini” yükselten meydanlara karşı gözler neden kapanır?
Acının da zulmün de rengi olmaz oysa. Yaşanan her adaletsizlik, her haksızlık, her acı, onlardan ya da bunlardan biri olduğumuz için değil, sadece insan olduğumuz için acıtmalıdır yüreğimizi.

Senden taraf olan için gözyaşı dökerken ötekinin acısını perçinleyecek adaletsizliklere göz yummak insanlıktan ihraç eder bizi.

Bayrak sattığı için bir adam şak diye terör örgütü üyesi ilan edilip terör suçuyla yargılanırken, sokak arasında genç bir üniversite öğrencisini döverek öldüren insanların, ucu devlete dokunuyor diye, sadece yargılanmaları için bile bunca mücadele verilmesi gerekiyorsa…
Ve daha da önemlisi, bu durum o ülkede olağan karşılanıyor, genel bir kanıksama haline kurban veriliyorsa orada büyük bir dengesizlik, hoş görülemez bir adaletsizlik ve ayrımcılık düzeni ile kendine demokratlık, kendine insaniyetlik gibi ideolojiler işliyor demektir.
Devlete, daha doğrusu iktidara taraf olanlar için çalıştırılan adalet sistemiyle; bazen sadece kararları sorgulayan, bazense iktidarı ayrımcı yaklaşımları, baskıcı yüzü için eleştiren, düşünen ve bu özellikleriyle çağdaşlığın, aydınlığın ifadesi olan kesime ödettirilen bedel, onlara karşı örülen önyargı duvarları, kullanılan öfke ve nefret dili en çok diktatörlüğe yakışan özellikler değil midir?

Hadi değil diyelim; peki, tüm bunlar sözde işleyen bir demokrasinin gereği olabilir mi?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları