Yazarlar Günün Köşe Yazıları Spor Konuk Yaşam Tüm Yazarlar
Nevruz
Milyonu aşkın insan, rengârenk kıyafetleriyle barış ateşini yakmak üzere Diyarbakır’da toplandı. Diyarbakır tarihinin belki de en kalabalık ve en anlamlı kutlamasını yaşadı. Ve beklenen çağrı geldi: silahların susması, silahlı güçlerin sınır ötesine çıkması ve silahlı mücadelenin sona erip demokratik siyasi sürecin başlaması.
Asıl mücadele, asıl değişim de işte zaten bu siyasi süreç sırasında yaşanacak.
On binlerce insanın ölmesinden, yüz binlerce yaşamın kararmasından sonra da olsa, silahların susup, gözyaşının dinip fikirlerin konuştuğu günleri görebilme ihtimaline yaklaştığımızın telaffuz edilmesi bile umut çiçeklerinin yeşermesine sebep oluyor.
Silahların susması nasıl ve ne zaman gerçekleşecek, talepler ne ölçüde karşılanacak, tavizlerin sınırı ne olacak… Bunlar ise çözüm yolunun belirsizlikleri olarak karşımızda duruyor.
Ağırlaştırılmış mütalaa
Ergenekon savcısının mütalaası sonunda açıklandı. Ömrünün büyük kısmını terörle mücadeleye veren eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve Mustafa Balbay, Mehmet Haberal, Tuncay Özkan, Fatih Hilmioğlu da dahil çok sayıda kişi için müebbet istendi.
İstenilen ağır cezalar büyük şaşkınlıklara sebebiyet vermedi; zira bunlar ilk günden beri dile getiriliyor, tahmin ediliyordu.
Gelinen mütalaa noktasında Başbuğ’un örgüt üyesi olmadığı kabul ediliyor. Peki, o zaman hakkındaki müebbet isteminin gerekçesinde ne var? “Cebir ve şiddet kullanarak hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüs”.
Yani işlenmemiş bir suç ve bunun için istenilen müebbet hapis. Suç işlenmiş olsaydı müebbet yerine istenilen ceza ne olacaktı, insan düşünmeden edemiyor ve düşünürken ürperiyor doğrusu.
Herhangi bir örgütü olmadan bir adamın tek başına hükümeti nasıl devireceği, nasıl darbe yapacağı ise herhalde çok sayıda şehir efsanesine konu olabilecek bir gizeme sahip.
Amaç gerçekten bir örgütün suçlu üyelerini ortaya çıkarmak mıydı; yoksa suçlu olduğu önyargısıyla birtakım muhalif isimleri bir araya getirip onlardan bir örgüt yaratmak mıydı…
Bir yandan barışı getireceği inancıyla terör örgütüyle müzakerelere girişen devlet, diğer yandan terör örgütüyle verdiği mücadelelerle geçen bir ömre layık görülen müebbet…
Hasan Cemal
Yeni bir basın özgürlüksüzlüğü vakasıyla daha karşı karşıyayız.
Hasan Cemal’in, Başbakan Erdoğan’ın basına verilen İmralı tutanakları için medyaya verip veriştirmesini eleştirmesinden sonra olaylar gelişti.
İddialara göre, Başbakan’ın, gazetenin patronuna telefon ettiği, aşırı tepki verdiği ve patronun bu tepkinin arkasından Hasan Cemal’in yazısını yayımlatmaması, bir başka deyişle onun nazik bir biçimde gazeteden kovulması olayı vuku buldu.
Bir ülkedeki basın mensupları yazıları ya da yayınları yüzünden siyasi iktidarların öfkesine mazhar olmaktan çekinerek, kendilerini, onlarla iyi geçinmek üzere birtakım kararlar almak zorunda hissediyorlarsa o basın kuruluşlarında yalnızca sözde basın özgürlüğünün varlığından ve o ülkede ancak sözde demokrasiden bahsedilebilir.
İktidarlar kendilerini eleştiren basın organlarından elbette ki pek hazzetmezler; bu en az, bireysel ilişkilerimizde davranışlarımızı, görüşlerimizi eleştiren insanlardan hoşlanmamamız kadar insani bir durumdur.
Ancak hükümet-medya arasında beliren bu hazzetmeme durumu muhalif seslerin o veya bu şekilde susturulmasıyla, işinden olmasıyla sonuçlanıyorsa o noktada yanlış giden bir şeylerden söz edilebilir.
Bir ülkede herhangi bir basın görevlisinin susturulması karşısında herkesten önce o mesleğin tüm mensuplarının isyan seslerini yükseltmesi şarttır. Bu noktada fikirsel ayrılıklar bir kenara bırakılmalıdır.
Kendisine dokunmayan yılana öte git dememek o yılanın er ya da geç kendi kapısında belirme ihtimalini görememektendir. Haksızlıklar karşısında elimizi kaldırmak için sıranın bize gelmesini beklememeliyiz.
Sonuçta fikrine, zikrine katılalım ya da katılmayalım bu ülkede bir Hasan Cemal’in yazamayacak olması kabul edilebilir değildir. Geçmişteki bireysel duruşu ve görüşleri nedeniyle bugün Hasan Cemal’in ya da diğerlerinin haklarına, özgürlüklerine sahip çıkmamak, onları “eden bulur” zihniyetine hapsetmek ise en başta kendimize zarar vermek olacaktır.
Dün ve bugün Türkiye’de çok sayıda gazetecinin aynı yollardan geçmiş ve geçiyor olması ise basın ve ifade özgürlüğü konusunda içeriye ve dışarıya karşı kendimizi aklamamızın güç olduğunun göstergelerinden yalnızca bir tanesidir.
Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları
Günün Köşe Yazıları
Video Haberler
- Asgari ücret artarsa verimlilik artar
- Yankı Bağcıoğlu'ndan Suriye uyarısı:
- CHP'li Günaydın'dan Bakan Tekin'e tepki!
- Yeni Doğan çetesi davasında çarpıcı itiraflar
- Canlı tarih müzesi Hisart 10. yılında!
- Teğmenler Yüksek Disiplin Kurulu'na sevk ediliyor
- Tarihçi Yusuf Halaçoğlu'ndan şok iddialar
- TBMM'de 'Etki Ajanlığı' düzenlemesi tartışılacak: Amaç m
- Pera Palas'ta Atatürk Müze Odası
- İmamoğlu’ndan 10 Kasım paylaşımı!
En Çok Okunan Haberler
- Nevşin Mengü hakkında karar
- Colani'den İsrail hakkında ilk açıklama
- Eski futbolcu yeni cumhurbaşkanı oldu
- Emekliye iyi haber yok!
- Fidan'dan 'Suriye Kürtleri' ve 'İsrail' açıklaması
- MHP'den 'asgari ücret' önerisi
- AKP’nin tabutu CHP sıralarına kondu
- 'Kayyuma değil, halka bütçe'
- Arda Güler'in 2 asisti Madrid'e yetmedi
- Adnan Kale'nin ölümüne ilişkin peş peşe açıklamalar!