Sinan Meydan
Sinan Meydan sinan.meydan@hotmail.com Son Yazısı / Tüm Yazıları

TÜRKİYE’NİN ŞANSI VE ŞANSSIZLIĞI

12 Nisan 2023 Çarşamba

Atatürk’ün çağını aşan düşünceleri ve o düşüncelerle biçimlenmiş “Laik Cumhuriyet” bugün hâlâ Türkiye’nin en büyük şansıdır. Atatürk’ü anlayamamış, “Laik Cumhuriyete” düşman, sığ, popülist, faydacı, din istismarcısı, gerici ve bölücü siyaset ve siyasetçi ise Türkiye’nin en büyük şanssızlığıdır.

Cumhuriyetimizin 100. yılında, 2. yüzyılın rotasını belirleyecek kritik seçimler öncesinde cumhurbaşkanı adaylarının, parti liderlerinin ve parti temsilcilerinin söylemlerini dinliyoruz. Kimi siyasilerin tarihsel ve sosyolojik gelişime ters, çağı yakalamaktan uzak, hatta dini istismar eden, gerici ve bölücü açıklamaları karşısında şaşırmasak da üzüntü duyuyoruz. Cumhuriyetimizin 100. yılında düne ve bugüne tarihsel perspektiften bakınca Türkiye’nin şansı ve şanssızlığı çok net biçimde görülebiliyor.

GERİ KALMIŞ SÖYLEMLER

Bugün “Türkiye’nin umudu” diye pazarlanan kimi siyasetçilerin, bırakın 21. yüzyılı, 19. yüzyıl için bile geri kalmış söylemlerle ve vaatlerle seçmenin karşısına çıktıklarını görüyoruz. Bugün, gelecek değil geçmiş, akıl değil nakil, bilim değil hurafe, ulus değil ümmet, özgürlük değil esaret, yurttaşlık değil kulluk, birlik değil bölünme, aydınlık değil karanlık vadeden kimi siyasetçilere sahip olmak Türkiye’nin şanssızlığıdır.

Peki, umutsuz muyuz? Asla! Çünkü Türkiye bu şanssızlığını yenecek şansa da sahiptir. O şans Atatürk’ün vatan kurtaran, devlet kuran ölümsüz fikirleridir; o şans, emperyalizme karşı kazanılan bağımsızlık savaşının birleştirici ve bütünleştirici ruhudur; o şans, toplumu bir arada tutan ulus bilincidir; o şans, 200 yıllık aydınlanma, 100 yıllık “Laik Cumhuriyet” birikimidir.

TAM BAĞIMSIZLIK

Bugün Türk Bağımsızlık Savaşı’nın öneminden habersiz, tam bağımsızlığı umursamayan, emperyalizmin dümen suyuna girmiş faydacı ve popülist siyasetçi Türkiye’nin şanssızlığıdır.

Emperyalizme karşı kazanılan Türk Bağımsızlık Savaşı dünyanın en haklı, en meşru savaşıdır. Bu savaş, Atatürk’ün ifadesiyle “Öldüreceğiz diyenlere karşı ölmeyeceğiz!” diyen bir milletin “hak” ve “hukuk” savaşıdır. Bu nedenle direnişin amacı “Müdafaa-i Hukuk”, direnişin niteliği “Kuvayı Milliye” diye adlandırılmıştır. Türk Bağımsızlık Savaşı sadece Türkiye’nin değil, emperyalizm ve kapitalizm tarafından ezilen, sömürülen tüm “mazlum ulusların” şansıdır; çünkü bu savaş dünyada “bağımsızlık savaşları çağını” açmıştır. Atatürk, tüm mazlum uluslara emperyalizmi yenebileceklerini, bağımsız olup kendi ayakları üzerinde durabileceklerini göstermiştir.

Atatürk, 27 Mart 1933’te şöyle demişti:

“Bugün günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletlerinin de uyanışlarını öyle görüyorum… Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir.”

(Atatürk’ün Bütün Eserleri (ATABE), C. 26, s.144)

Cumhuriyeti kuranların davası “tam bağımsızlık”tı. Atatürk, tam bağımsızlığı “siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kültürel ve benzeri her konuda tam bağımsızlık ve tam serbestlik” olarak tanımlamıştı. 17 Mart 1938’de basın kuruluşlarına gönderdiği bir açıklamada “Süngülerle, silahlarla ve kanla kazandığımız askeri zaferden sonra kültür, bilim, fen ve ekonomi alanlarında da zaferler kazanmaya devam edeceğiz” demişti.

Bu belge, Türkiye İş Bankası Müzesi’nde “Yaşasın Cumhuriyet! Atatürk Döneminde İktisadi Bağımsızlığın İlk Adımları" başlıklı sergide sergilenmektedir.

Tam bağımsızlığın önemini kavramış, askeri zaferle yetinmeyip “kültür, bilim, fen ve ekonomi alanlarında da zaferler kazanmaktan” söz eden bu uzak görüşlülük Türkiye’nin şansıydı.

ULUSLAŞMAK

Bugün Türkiye’nin üniter yapısından rahatsız olan, ulus bilincine karşı ümmetçiliği savunan, “Türk Milleti” demekten çekinen, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesini “demokrasi” diye pazarlayan siyasetçi Türkiye’nin şanssızlığıdır. Uluslaşamayan toplumların uygarlaşması ve demokratikleşmesi olanaksızdır. Türkiye’de uluslaşma; monarşiden cumhuriyete, kuldan yurttaşa, ümmetten ulusa geçişle başlayan bir süreçtir. Uluslaşma, yurttaşların tüm farklılıklarıyla ortak paydalarda buluşmasını, ortak amaçlar uğruna mücadele etmesini gerektirir. “Türkiye halkı”, etnik köken, din ve mezhep farklarına rağmen belli ortak paydalarda buluşmuş, büyük bir “vatan savaşı” vermiş ve bu savaşın sonunda uluslaşarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur.

Cumhuriyeti kuranlar Türk milletini tanımlarken etnik köken, din ve mezhep temelli, ırkçı, dinci, bölücü, dışlayıcı bir tanım yapmamış, tam tersine “yurttaşlık bağını” esas alan son derece kapsayıcı, birleştirici bir tanım yapmıştır. 1924 Anayasası’nın 88. maddesine göre “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık itibariyle” bağlı olanlar “Türk” olarak tanımlanmıştır. Atatürk de -üstelik dünyada faşizm çağı başlarken- 1930’da Türk milletini şöyle tanımlamıştır: “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir.” Cumhuriyeti kuranlar, “Türk milleti” derken bir etnisiteye, bir ırka, bir dine, bir mezhebe bağlı olan insanları değil, “din ve ırk farkı olmaksızın” Türkiye Cumhuriyeti’ne “yurttaşlık bağıyla bağlı olan” insanları kastetmiştir.

Cumhuriyeti kuranların bu birleştirici ulus tanımı bugün de Türkiye’nin şansıdır.

LAİKLİK

Bugün her fırsatta dini kullanan, laikliği “din düşmanlığı” olarak gören, devletin din kuralları ile yönetilmesini isteyen, tarikatları ve cemaatleri “sivil toplum kuruluşu” diye meşrulaştırmaya çalışan, kadın haklarına karşı, çağdaş uygarlığa düşman siyasetçi Türkiye’nin şanssızlığıdır.

Atatürk, 100 yıl önce laik bir devlet kurdu. Çünkü uygar devletlerin din kuralları ile değil, insan aklına dayalı dünyevi kurallarla yönetilmesi gerektiğini çok iyi biliyordu. Değişen ve gelişen çağda değişmeyen kurallarla ayakta durmak olanaksızdı.

Laik Cumhuriyet, din ve vicdan özgürlüğüne karşı değildir. Atatürk, 1930’da “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında şöyle demişti: “Türkiye’de herkes Allah’a istediği gibi ibadet eder. Hiç kimseye dini fikirlerinden dolayı bir şey yapılmaz. Türk Cumhuriyeti’nin resmi dini yoktur. Türkiye’de bir kimsenin fikirlerini zorla başkalarına kabul ettirmeye kalkacak kimse yoktur ve buna müsaade edilmez.”

Laik Cumhuriyet, din ve vicdan özgürlüğüne taraftar, ancak din istismarına karşıdır. Bu nedenle aklın zincirlendiği, insanların özgür iradeleriyle hareket etmelerini engelleyen tarikatlar ve cemaatler 1925’te yasayla kapatılmıştır. (Kanun no: 677). “Bizi yanlış yola sevk eden kötülükler bilirsiniz ki, çoğunlukla din perdesine bürünmüşler, saf ve nezih halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata gelmişlerdir… Milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir.” Atatürk, bu sözleri 100 yıl önce, 16 Mart 1923’te Adana’da söylemişti. (ATABE, C. 15, s. 218) 100 yıl sonra bugün 2023’te Türkiye’de buna benzer şeyler söyleyebilecek kaç siyasetçi vardır? Atatürk, 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da da “Bugün ilmin, fennin, bütün genişliğiyle medeniyetin göz kamaştırıcı ışığı karşısında filan ve falan şeyhin irşadıyla maddi ve manevi mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye medeni topluluğunda var olabileceğini asla kabul etmiyorum” demişti. “Türkiye şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz… En gerçek tarikat medeniyet tarikatıdır” diyerek tarikatlara karşı çıkmıştı. (Vakit, 1 Eylül 1925)

Bir taraftan din istismarına karşı çıkan diğer taraftan “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” diyerek halkı bilimle, sanatla uğraşmaya teşvik eden ve kadın erkek eşitliğini savunan Atatürk, hâlâ Türkiye’nin en büyük şansı ve Türk milletinin en büyük ilham kaynağı olmaya devam etmektedir.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Cumhuriyetin kreşleri 27 Kasım 2024

Günün Köşe Yazıları