HANGİ ROLE GİRERSE GİRSİN, ÖNCE NEJAT UYGUR’DU
Haber yurtdışında bana ulaştığında o yüz, o beden, o sahnede var olma biçimi geldi gözümün önüne yerleşti. Yüreğime yerleşti demiyorum çünkü zaten hiç çıkmamıştı. Bunu o da biliyordu, ben de...
Yüreğimden hiç çıkmayan Nejat Uygur’un “İnsaniyettin” adlı oyunuydu. 1970’li yıllardı. Kocamustafapaşa’da kendi tiyatrosunu kurmuştu. Kendi uyarladığı tek kişilik bir oyundu. Doğumundan ölümüne insanın var olma serüvenini iki saatlik bir sürede sahneye taşımıştı.
O gün, “İnsaniyettin” oyununda izlediğim Nejat Uygur’un sahnedeki var oluş biçiminin gerisindeki kodları, “sırları”, “gizleri”, “neden ve nasılları” yazıya dökmüş ve yayımlamıştım... Sonra yıllar boyu her karşılaşmamızda, bana o yazıyı anımsatacak, yeni oyunun o referanslara uyup uymadığını soracak, dünden bugüne uzanan süreçte yeni kucaklaşmalara vesile olacaktı...
Sahneden salona geçen elektrik
70’ler çok geride kaldı. Dümbüllü’den Charlie Chaplin’e uzanan çizgide Nejat Uygur tekti, benzersizdi... “Ne” oynadığı değildi önemli olan. Önemli olan sahnede var olma biçimiydi. O hem bir “kahramandı” hem de “anti-kahraman”... Ezen ve ezilen... Hangi role girerse girsin, önce Nejat Uygur’du.
2000 yılının şubatında ondan izlediğim “Sizinki Can da Bizimki Patlıcan mı?” adlı oyunundan sonra şöyle yazmışım:
“Nejat Uygur sahnede görüldüğü an, salona bir elektrik yayıldı. Göründü... ve... hiçbir şey yapmadı... Yalnızca sahnenin bir ucundan ötekine yürüdü. Kâh biz izleyicilere bakarak, kâh gözlerini kaçırıp kendi içine bakarak yürüdü, yürüdü, sahnenin en önüne geldi. Dolu salondaki tüm seyircilerin gözbebeklerine (ve yüreklerine) tek tek baktı ve elleriyle yüzüne biçim verdi. Yani iki küçük el hareketiyle dudak kenarlarına ve kaşlarına dokundu. Karşımızda iki yüz, iki maske, gülen ve ağlayan tiyatro maskeleri belirdi. Nejat Uygur böylece oyuna girmiş oldu. O andan sonra sahneden salona yayılan elektrik, o ısı, o sıcaklık hiç eksilmedi. Nejat Uygur’un şeytan tüyü hepimizi avucuna almıştı.”
Sahicilik
“Şeytan tüyü” dediğim onun ustalığıydı. Birikimiydi. Halk geleneğinden beslenmesiydi. Geleneksel tiyatromuzun her öğesinden yararlanması, bunları içselleştirmesiydi. Uzun ve zengin bir sürecin halkalarından biri olduğunun bilincinde olmasıydı... Sahneden söylediği her söze inanmamız, “sahiciliğinden” kuşku duymamamız bundandı. Bu sahicilik, onun sadece kendine değil, seyircisine inanmasından, seyircisine duyduğu sevgi ve saygıdan, seyircisiyle bütünleşmesindendi.
Trajik ve komik iç içe
Nejat Uygur’un en önemli özelliklerinden biri de komik olanla trajik olanı iç içe var etme ve büyütme yeteneğiydi.
Bir duruş, bir bakış, bir dudak büküşle, kahkahaları gözyaşına, gözyaşlarını kahkahaya dönüştürebilirdi...
Yüzünü, mimiklerini, bedenini kullanarak yarattığı dünyaya biz seyirciyi de katar, peşinden sürükler, sonra bir an gelir, bunun sadece bir yanılsama, bir “illüzyon”, sadece bir “oyun” olduğunu bizlere anımsatıverirdi...
“Oyun” gerçeğine sarılışı, oyunun dışına çıkıp seyirciye seslenmesi, kendiyle dalga geçebilmesi, kendine gülebilmesi, canlandırdığı rolle “Nejat Uygur” olmak arasında gidiş gelişleri biz ölümlü tiyatro seyircisinin mutluluğuydu.
Sevgili Nejat Uygur, bakın ne kadar nesnel yazmaya çalıştım... Tıpkı, “İnsaniyettin” oyunundan sonra yapmaya çalıştığım gibi, bin yıl önceki gibi. Sizi kucaklıyorum; eşinize, çocuklarınıza sabırlar diliyorum... İyi ki vardınız, iyi ki varsınız. Her gülümsememizde, sizden bir tortu var olmayı sürdürecek.
Şeytan tüyü...
Yazarın Son Yazıları
O, Nermin Abadan Unat. Neden mi ona minnet borcumuz var?
Sabiha Sertel (1895-1968) ve Zekeriya Sertel (1890-1980). Osmanlı’nın sonu, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında duygu ve düşünce dünyamıza sonsuz katkılarda bulunmuş bu iki önemli ismi bu ülkede yaşayan herkesin, hele hele gazeteciliği meslek edinmiş her insanın çok yakından bilmesi gerekir.
O kadar güzeldi ki tadı damağımda kalmıştı.
Bir yanımda yaratıcılık, bir yanımda yok edicilik. İkisi de çekiştirip duruyor iki kolumdan.
Duvardaki dev afişten fırlayıp kucaklaşacakmışız gibi bana bakan genç kadın, Suna Pekuysal.
Dünkü gazetemizde, “Korkma Biz Kadınız!” başlığını görmek çok hoşuma gitti.
Çocuklarımız için neler neler yapmayız ki...
Ülkemin hapishaneler coğrafyasından sık sık mektup gelir.
Neredeyse 30 yıldır Hakan Erdoğan Prodüksiyon “Bach İstanbul’da” başlığıyla klasik müzik konserleri düzenler.
Oktay Ekinci... Bu isim Cumhuriyet okurlarının hiç ama hiç yabancısı değil.
Paris ve sonbahar.
“Ve sonunda Joan Baez hastalığı yendi, sağlığına kavuştu!”
“Hava kurşun gibi ağır/ Bağır bağır bağırıyorum/ Koşun. Kurşun eritmeye çağırıyorum...”
Cumhuriyetin 102. yıldönümünü dün kutladık.
Ege’nin ortasında bir sabah...
Daha 29. Uluslararası İstanbul Festivali başlamamıştı.
Prag Tiyatro Festivali’nden ayağımın tozuyla dönüp tüm gördüklerimi sizinle paylaşmaya hazırlanıyordum ki sevgili arkadaşım Genco Erkal’ın sesi kulağımın dibinde bitiverdi: “Çekya’yı bırak önce Cihangir’e bak!”
Sevgili okurlar Prag’dayım.
Sabah 6.30’da kapı tekmeleniyor. Jandarma içeri dalıyor.
Bu yazının başlığı “Afife Jale Ödül Töreni’nin düşündürdükleri” olacaktı.
Olmayan suçlar... Yazılmayan iddianameler... Yazılıp uygulanmayan kararlar... Ve hukuk ile guguk arasında yaşamaya devam çabası... Tamam yakınmayı bırakıp sadede geliyorum.
Nasıl yaşamak bu! Kâh gökyüzünde kanat çırpıyoruz kâh en dipsiz kuyuların derinliğinde kayboluyoruz.
26 Eylül’de Ankara’da 93. Dil Bayramı’nı kutladık. Dil Derneği ve Çankaya Belediyesi’nin ortaklaşa etkinliği Yaşar Kemal’e adanmıştı.
“Sömürü bir bütündür. Bütün insan değerlerinin sömürülmesiyle, doğa değerlerinin hoyratça sömürülmesi bir arada gidiyor. Türkiye toprakları yıkıma uğratılıyor, hopur ediliyor. Biz Türkiye üstünde mirasyedileriz. Yıkımımızdan Türkiye’nin hiçbir insanı ve doğa değeri kurtulamıyor.”
İstanbul dolu dizgin.
15 Eylül, arkadaşımız, yoldaşımız, omuzdaşımız, ülkemin en aydın, en dürüst, en yararlı, en barışçı insanlarından Hrant Dink’in yaş günüydü.
Bundan önceki yazım şöyle bitiyordu: “Yeryüzü muhteşemdi. Türkiye’nin asla uygarlıktan, yaratıcılıktan, aydınlıktan ve gelecekten vazgeçmeyeceğine dair umutlarımız tazeleniyordu.”
Elbe Nehri’nin kıyısında görkemli mi görkemli o yapı bir mucize gibi yükseliyor.
Hafta içinde hapisteki iki çok değerli insanımıza yine uluslararası ödüller verildi.
Bunalıyorsunuz, kahroluyorsunuz, her yerde haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik diyorsunuz...
Bu başlığı yazdım. İstanbul’da bir haftadır süren o muhteşem coşkuyu paylaşacağım diye düşünürken birden bir suçluluk duygusuna kapıldım.
Edremit Kitap Fuarı’ndayım...
Diyanet İşleri Başkanlığı suç işliyor.
Adaletten eğitime, sağlıktan beslenmeye, her şeyin sahtesine, zehirlisine mahkûm edildiğimiz, yalanlarla kuşatıldığımız şu günlerde kimi alanlarda hakikatle, sahici olanla karşılaşmak iyi geliyor insana.
Son yıllarda adeta Bodrum’un kültür markasına dönüşen Uluslararası Bodrum Bale Festivali’nden söz edeceğim.
20. ve 21. yüzyıl tiyatrosuna damgasını vuran dâhi Robert Wilson tedavi olmak istemeyerek New York Long Island’da kurmuş olduğu Watermill Eğitim ve Üretim Merkezi/okul/ müze/kültür merkezinde son ana dek çalışarak 31 Temmuz’da öldü.
Metin Sözen: (24 Mayıs 1936, Harput, Elazığ-31 Temmuz 2025, İstanbul)...
Yılın belki de en sıcak gününde deniz kıyılarını bırakıp Milas’ta kapalı bir mekânda bir sergi görmeye gideceğimi söyleseler pek inanmazdım.
“Ayakucumda deniz, kaynayarak yanan bir zümrüt, sonra mavi, sonra menekşe, ne var ki üzerine tuzla buz edilmiş milyonlarca ayna parçaları yağmış, alev alev yanıyor, çakıyor, çakıntıdan göz alıyor.”
Altan Öymen aramızdan ayrılıp sonsuzluğa göçerken bile hepimize bir ders verdi...