Yirmi birinci yüzyılın ilk adımları ilerledikçe, bir öncekinden kalan önemli dönemeçlerin yıldönümleri birer birer dağarcığımıza düşüyor. Bunların en anlamlısı, kuşkusuz, o günlerin takvimiyle 25 Ekim, günümüz takvimiyle 7 Kasım’da zafere ulaşan 1917 Ekim Devrimi’nin yüzüncü yılında olmamız. Ekim Devrimi, hatası ve sevaplarıyla, insanlık tarihinin binlerce yıldır sürdürdüğü barış ve kardeşlik içinde, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya mücadelesinin somutlaşmış gerçek halidir. Ekim Devrimi sadece Rusya’da gerici çarlık rejiminin yıkılması ve yerine sosyalist bir düzenin inşasından ibaret kalmamış, bizlere sunduğu toplumcu dayanışma, kardeşlik, katılımcı demokrasi ve planlı ekonomi deneyimleri ile insanlığın yepyeni bir umut ışığı olmuştur.
Önce Ekim Devrimi’ne giden yol taşlarını anımsayalım. On dokuzuncu yüzyılın son çeyreği kapitalist metropoller arasında amansız bir sömürgeleştirme yarışına tanık olmaktaydı. Kapitalist sermaye birikimi yeniden birikimini sürdürebilmek amacıyla gezegenimizin en uç noktalarını sömürgeleştirmek ve tahakküm altına alabilmek için emperyalist ulus devletler ve orduları aracılığıyla kıyasıya bir rekabete sürüklenmişti. Lenin, kapitalizmin bu “emperyalizm” aşamasını “can çekişen, geberen kapitalizm” olarak tanımlamakta ve emperyalist metropoller arasındaki sömürge paylaşımı savaşının bir devrimci savaşa dönüştürülmesi için fırsat yarattığını savunmaktaydı. Lenin 10 Ekim tarihinde Rus Sosyal Demokratik İşçi Partisi’nin (RSDİP) Merkez Komitesi’ne yaptığı sunumda şu sözleri duyuruyordu: “Dünya sosyalist devriminin olgunlaşmış ve kaçınılmaz olduğundan hiç şüphe olmayabilir. Dünya proleter devriminin eşiğinde bulunuyoruz…”
1917 Kasım’ında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği artık dünyanın ilk sosyalist ülkesiydi. Bu durum Sovyet halkları için onur ve gurur vericiyken, dünya halklarına, emeği ile geçinen milyonlarca emekçi insana moral ve güç; emperyalizme ise büyük bir darbe olmuştu. Sosyalizm hayal değil, gerçekti. Tüm dünyada sınıf mücadeleleri ve ulusal kurtuluş savaşları bu moral güç ile hız kazanacaktı.
Ekim Devrimi’ni takip eden günlerde, henüz yaşama gözlerini açan proletarya iktidarının başarılarından söz eden Lenin, bir yandan da eksikliklere, hatalara (örneğin, kontrol edebildiklerinden daha fazla üretim aracının devletleştirilmesi; işçi Sovyetleri devletinin bürokratlaşması tehlikesi gibi) dikkat çekmekteydi. Kaynakları yeterli verimlilikte kullanamadıklarını, henüz üstesinden gelmeyi başaramadıkları ekonomik ve kültürel gerilikten kurtulabilmek için çok uzun yıllara gereksinim olduğunu ısrarla gündeme getirmekteydi.
Şurası bir gerçek ki, işçi ve köylü Sovyetleri iktidarı, içinde doğduğu nesnel koşulların bir ürünü olarak, üstesinden kolay kolay gelemeyeceği zayıflıklarla dünyaya gözlerini açmıştı. Emperyalist kuşatma ve Hitler faşizminin açık saldırılarıyla mücadele etmek zorunda kalan genç proleter devleti, bütün olumsuzluklara karşın Sovyet halklarına bugünkü koşullarda dahi hayal edemeyeceğimiz boyutta eğitim, sağlık ve barınma olanaklarını seferber etti; İkinci Dünya Savaşı sonrasında Afrika’nın ve Asya’nın bağımsızlıklarına yeni kavuşan genç uluslarına deneyimleriyle yol gösterdi. Ancak bütün bu başarılarla birlikte bir yandan da parti içinde bürokratlaşma arttı, yozlaşma ortaya çıktı ve yıllar içinde komünist parti halktan koptu; sorunları tespit edecek, çözüm üretecek güçten yoksun bir atıl bürokratik aygıta dönüştü. Sonuç olarak 1980’lerde çürüme daha da hızlandı, emperyalizmin doğrudan veya dolaylı müdahaleleri sonucunda bu çürüyen yapı yıkıldı.
Isaac Deutscher, “Troçki Biyografisinde” o günlere dair şu yorumu yapmaktaydı: “Bununla birlikte eğer Lenin ile Troçki uluslararası durumu daha soğukkanlılıkla görmüş olsalardı ve verdikleri örneğin başka bir ülkede yıllar geçtiği halde yine de taklit edilemeyeceğini bilselerdi acaba aynı kararlılıkla ve azimle işe girişirler miydi, bilmiyoruz; bir fikir oyunundan ileri gidemeyen böyle bir soruya cevap verilemez. Gerçek şuydu ki Rus tarihinin bütün dinamikleri onları ve ülkelerini bu ihtilale doğru sürüklüyordu ve dünyayı sarsan böyle bir umuda ihtiyaçları vardı. Tarih işini yürütmek için bir hayalin itici güvenine ihtiyaç duyduğu zaman istediği büyük hayali yaratır ve bu hayali en soğukkanlı kafalara bile sokar ve yerleştirir. Nitekim tarih, bir zaman da aynı şekilde Fransız ihtilal liderlerinin kafalarına artık evrensel bir halk cumhuriyeti kurulacağı inancını esinlemişti.” (*)
Sosyalist sistemin yıkılmasının ardından neoliberal propaganda makinesi durmadan devrimlerin bittiğini, sınıfların ortadan kalktığını, dünyanın tek kutuplu, küresel bir dünya olduğunu işlemektedir. Oysa değişen bir şey yoktur. Ne emeğin sömürüsü ortadan kalkmış; ne kapitalizm “insancıllaşmış”; ne sınıflar ortadan kalkmış; ne de devrimler çağı sona ermiştir. İnsanlığın barış, demokrasi ve savaşsız ve sömürüsüz bir dünya talebi kaldığı yerden devam etmektedir.
(*) Issac Deutscher, Troçki, Silahlı Sosyalist, Ağaoğlu Yay. 1969, sf. 347-8.
Ekim Devrimi yüz yaşında
Yazarın Son Yazıları
Amerika’da enflasyon yeniden
Kârların aşısından halkların aşısına...
Girişimci fabrikası üniversiteden enflasyona...
Halkın ekonomisi, ‘Özgür İktisat’
Rakamların anlattığı: 128 milyar dolar ve 60 milyar TL
Mundell ve açık makroekonomi
2018 Ağustos sonrasında enflasyon ve ücretler
Üniversiteler küresel tehdit altında
Paranın ve merkez bankacılığının serüveni, insanlık tarihinde görece yeni bir olgu.
Bitmeyen masal: Yapısal reform
Türkiye’de kadın olmak
Büyüme, istihdam, bölüşüm üstüne
Aşı emperyalizmi
24 Haziran 2018 ve sonrası
Türkiye İşçi Partisi 60, DİSK 54 yaşında
Biden’ın üçlemi
Kapitalizmin 1980 dönemeci ve 24 Ocak’lar
Üniversite nedir, ne değildir?
‘Yeni’ Türkiye’de mutfağın enflasyonu
Ücretli emek, küresel ekonomide ve Türkiye’de
Leo Panitch ve ütopyalarımız
Paris Sözleşmesi’nin beşinci yılı
Salgın günlerinde asgari ücret gerçekleri
Krize karşı paketler ve büyüme
19 Kasım öncesi ve sonrasıyla sanayi
19 Kasım’ı beklerken
Sınırsız sömürü, dibe doğru yarış
ABD seçimleri
“Son dönemin en kritik yapısal reformu hayata geçti. Cumhurbaşkanımızın başkanlığında Sanayileşme İcra Komitesi’ni kuruyoruz. Ekonomi tarihimizde böyle bir vizyon ilk defa hayata geçmiş olacak. Bu komitede, sanayimize seviye atlatacak ve ülkemizi geleceğe hazırlayacak kararlar, ilgili bakanlıklarla birlikte alınacak. (...) Uzun vadeli kamu alımlarını destekleyebileceğiz, böylece sanayide ölçek oluşumunu teşvik edeceğiz. Finansman, gümrük, çevre, altyapı, lojistik ve enerji gibi alanlarda kurumlar arası koordinasyonu hızlandırıp yatırımcının önünü çok net görmesini sağlayacağız. Tedarik zincirlerindeki kritik ürünlerin yerlileşmesini teşvik edip yurtiçi üretim çeşitliliğini zenginleştireceğiz.”
IMF’nin yılda iki kez yayımladığı “Dünya Ekonomisi Görünümü” (WEO) raporunun ardından Dünya Bankası ile birlikte düzenlediği yıllık toplantılarının ardından gözler bir kez daha dünya ekonomisinin Covid-19 krizi ve sonrasındaki olası seyrine çevrildi.
Amerika Başkanı Trump’ın Covid-19 virüsüne yakalanması ve neredeyse mucizevi bir biçimde kısa sürede sağlığına kavuşarak görevine geri dönmesi, geçen haftanın önemli başlıklarından birisiydi.
Ülkemizin yoğun ve yıpratıcı gündemi arasında, geçen hafta sessiz sedasız bir yıldönümü kutlandı: Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) bundan 60 yıl önce 30 Eylül 1960’ta 91 sayılı kanun ile kurulmuştu. Böylece Türkiye, kalkınmasını artık “iktisadi ve toplumsal hayatın bütününü göz önünde bulunduran ve en son tekniklere dayanan yeni ve ileri bir planlama anlayışı içinde gerçekleştirilecekti”.
2020-2023 yıllarını kapsayan Yeni Ekonomi Programı Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak tarafından dün açıklandı.
Türk Tabipleri Birliği (TTB) 6023 sayılı Türk Tabipleri Birliği Kanunu’na dayanarak 23 Ocak 1953’te kuruldu. Altmış beş ile yayılmış tabipler odalarına kayıtlı yüz bini aşkın hekimi bünyesinde barındırmakta. Üyelerinin yarısı kamuda çalışan, üyeliği zorunlu olmayan hekimlerden oluşuyor.
Ulusal ekonominin seyrindeki inişli çıkışlı dalgalanmaların alfabenin harflerine benzetilerek açıklanmaya çalışılması ekonomi gündemimizin renkli ve popüler uğraşları arasında. Özellikle ilgi çeken harf, V ! Bununla daralan bir ekonominin, aynı hız ve kararlılıkla çıkışa geçeceği vurgulanıyor. Örneğin, Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak geçen hafta içerisinde yaptığı açıklamada, “tüm öncü göstergeler Türkiye açısından en kötünün geride kaldığını gösteriyor. 2. yarıda ‘V’ şeklinde toparlanma bekliyoruz” sözleriyle bu beklentiyi dile getirmekteydi.
Bu satırların yazıldığı sırada dünyada toplam olgu sayısı 27 milyon 436 bin kişiyi aşmış; virüs nedeniyle yaşamını kaybedenlerin sayısı 896 bin kişiye ulaşmış idi. 7 Eylül itibarıyla, Sağlık Bakanlığı’nca yayımlanan resmi verilere göre, ülkemizdeki aktif olgu sayısı 281 bin 509 kişi; yaşamını kaybedenlerin sayısı ise 6 bin 730 idi.
Türkiye’nin milli geliri 2020’nin ikinci çeyreğinde bir yıl öncesine oranla yüzde 9.9 azaldı.
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, geçen hafta “Türkiye, tarihinin en büyük doğalgaz keşfini Karadeniz’de gerçekleştirdi” sözleriyle kamuoyunda bir süredir beklenmekte olan müjdeyi açıkladı. Erdoğan, 320 milyar metreküp doğalgaz rezervi bulunduğunu belirterek “Hedefimiz 2023’te Karadeniz gazını milletimizin kullanımına sunmaktır” dedi. Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak da söz konusu müjdeyi “Artık cari fazlayı ve döviz fazlasını konuşacağımız yeni bir dönem başladı” sözleriyle karşıladı.
Türk Lirası’nın uluslararası paralar karşısında hızla değer yitirdiği günlerin ardından konuşan Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, dövizdeki pahalılığın vatandaşlar açısından önemli olmadığının altını çizerek “Önemli olan kurun seviyesi değil rekabetçi olup olmamasıdır” dedi ve “Turizmin gelmesi için ihracatçı için benim para birimim daha cazip, daha rekabetçi olsun” görüşünü savundu.
Başlığımızdan yola çıkalım: “Türk Lirası’nın seyrini ve TC Merkez Bankası’nın ne yapmak istediğini anlamak” hiç de zor değil aslında… Bu sorulara yanıt verebilmek için çok derin iktisat bilgisine de ihtiyaç gerekmiyor. Biraz sağduyu, en temel birkaç veriyi izlemek ve önyargılı, bağnaz inançlardan uzak, akılcı düşünmek yeterli. Ama bu saydıklarımız içinde de en zor olanı sonuncusu: Bağnazlık ve kör inançlara değil, bilimsel şüpheye ve aklın üstünlüğüne dayanmak.