Erinç Yeldan

19 Kasım’ı beklerken

18 Kasım 2020 Çarşamba

AKP’nin ekonomi yönetiminin üst kadrolarında gerçekleştirilen müdahaleler, popüler iktisat medyasında “Türkiye ekonomisinde yepyeni bir sayfa açılıyor” müjdesiyle karşılandı. Bu umut şimdi 19 Kasım’da (yarın) toplanacak olan Merkez Bankası Para Politikası Kurulu toplantısından çıkacak “faiz kararına” taşındı. Eğer yarınki toplantıda kurul, “Piyasa beklentilerini karşılayacak” bir faiz artırımı kararı alırsa Merkez Bankası bir anlamda “bağımsızlığını” ve “enflasyonla mücadele kararlılığını” dosta düşmana göstermiş olacaktır.

Dolayısıyla Türkiye ekonomisini düzlüğe çıkaracak (bu cümleyi dövizi ucuzlatacak diye de okuyabiliriz), yabancı yatırımcıyı tekrar geri döndürecek (bu da sıcak paraya dayalı spekülatif balonu yeniden şişirecek uluslararası finans sermayesi diye okunabilir) adımlar, işte bu 19 Kasım toplantısının şifrelerinde gizlidir.

Vurgulayalım: Türkiye ekonomisinin içine sürüklendiği makroekonomik ve sosyal kriz, ne Merkez Bankası’nın teknik para politikası manevralarıyla ne de ekonomi kadrolarındaki bürokratik atamalar ile aşılabilir niteliktedir. Yarınki toplantıda “piyasaların beklentilerine uygun” bir faiz kararı ile belki kısa dönemde olumlu bir hava yaratılabilir ve döviz piyasalarında coşkulu bir ivme sağlanabilir. Ancak finans piyasalarının gelip geçici dalgalanmalarına dayalı bu tür coşku dönemleri Türkiye ekonomisinin yapısal sorunlarına kalıcı bir çözüm sağlamayacaktır.

Söz konusu yapısal nitelikli sorunlar nelerdir? Bundan on iki yıl evvel kaleme alınmış olan çok önemli bir belgeden Bağımsız Sosyal Bilimciler’in Yordam Kitap tarafından yayımlanmış olan, IMF Gözetiminde 10 Uzun Yıl: Farklı Hükümetler, Tek Siyaset adlı katkısından okuyalım:

IMF’nin, Türkiye’nin iktisadi ve sosyal yaşamını denetleme ve yönlendirmeye yönelik konumu özellikle 1998 Yakın İzleme Anlaşmasından bu yana daha da belirginleşmiştir. IMF, 1997 Asya Krizi’nden çıkardığı derslere de dayanarak, Türkiye ekonomisi üzerindeki denetimini bu tarihten sonra daha da derinleştirmek ve bunu daha kurumsal bir niteliğe kavuşturma ihtiyacı duymuştur. Benzer şekilde yerli burjuvazi de 1989 sonrasında, Türkiye’nin içinde bulunduğu dışa açık makroekonomik yapının rastgele (yaygın medyatik söylemi ile ‘popülist’) politikalar içinde biçimlendirilmesinden rahatsızlık duymuş ve uluslararası yeni işbölümünde Türkiye’nin ‘yeni yükselen piyasalar’ arasında yer almasını garantiye alacak dönüşümlerin bir an önce sonuçlandırılmasını açıkça (ve acilen) arzular hale gelmiştir.

Burjuvazinin bu özlemi, Türkiye’nin kaderine kesin ve sınırsız bir egemenlik kurma girişimine dönüşmüştür.

Bu girişim, emekçi sınıfların, bir bölümü Cumhuriyet tarihi kadar eski olan tüm geçmiş birikimlerini adım adım tasfiye etme programı olarak da nitelendirilebilir. Bu programın hayata geçirilmesi uluslararası sermaye ile (ve onun üst örgütleriyle) tam işbirliğiyle mümkün olabilmiştir.

Dolayısıyla 1998 yılı, aynen 24 Ocak 1980 gibi, yakın iktisadi tarihimizde önemli bir dönemeçtir. 1998 yılında Türkiye artık IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü ve uluslararası finans ve derecelendirme kuruluşlarının denetim ve gözetiminde ekonomik ve siyasal kurumlarını neoliberal koşullandırmaların biçimlendirmesini kabullenmiş ve uluslararası işbölümünde kendisine biçilen yeni rolü üstlenmiştir. Bu rolün ana özellikleri şu şekilde özetlenebilir:

- Uluslararası ve yerli finans sermayesine, sermaye hareketleri üzerine sınırsız serbestlik güvencesi sağlayarak yüksek finansal getiri sunmak,

- İşgücü piyasalarını kuralsızlaştırma ve esnekleştirme yöntemiyle ucuz işgücü deposu haline dönüştürerek katma değeri düşük teknolojilerde uzmanlaşmak ve sanayisini uluslararası şirketlerin taşeronu olarak geliştirmek,

- Üretimde ithal girdi kullanma ve ithal mal tüketme eğilimini özendirerek, finansmanı esas itibarıyla spekülatif sermaye tarafından sağlanan bir ucuz ithalat cennetine dönüşmek,

- Kamu hizmetlerini ticarileştirerek vatandaşları ‘müşteriye’, kamu hizmeti üreten kurumları ‘ticari işletmeye’ dönüştürmek, kamu varlıklarını yerli ve uluslararası özel sermaye şirketlerine doğrudan yabancı sermaye cezbetmek uğruna yok pahasına satmak,

- Etkin ve demokratik yönetim, ‘iyi yönetişim’ söylemleriyle, aslında tüm toplumu ilgilendiren stratejik, ekonomik ve siyasi kararların alınmasını ve uygulanmasını demokratik denetim mekanizmalarının dışına çıkarırken, devletin neoliberal anlayışa uygun bir biçimde yeniden yapılandırılmasında toplumun desteğini sağlamaya çalışmak.

AKP kurulduğu günden beri, yerli burjuvazinin ama özellikle finans sermayesinin, en gözde partisi konumunu koruyagelmiştir. 19 Kasım’da para politikasının yönüne ilişkin çıkacak teknik bir kararın, bu temel gerçeği değiştirmesini beklemek safdilliktir.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları