Erinç Yeldan

ABD seçimleri

04 Kasım 2020 Çarşamba

Bu haftanın dünya gündemine damgasını vuran ana konusu kuşkusuz ki Amerika Birleşik Devletleri’nde salı (dün) gerçekleştirilen başkanlık seçimleri. Mevcut başkan ve Cumhuriyetçilerin adayı Donald Trump ile Demokratların adayı Joe Biden arasındaki kıyasıya seçim yarışı sürerken daha bu satırlar yeni kaleme alınmaktaydı. Ancak şu ana değin görünen o ki seçimlerin sonucu ne olursa olsun, sonucun kesinleşmesi haftalar, hatta belki de aylar sürecek ve Amerika’da onarılmaz bir tartışma ve karmaşayı tetikleyecektir.

Söz konusu belirsizlik ve karmaşanın ana kaynağı başkan Trump’ın olası aksi bir sonucu kabullenmeyeceği ve yüksek yargıdaki Cumhuriyetçi üyelerin ağırlığını da kullanarak seçim sonuçlarını lehine çevirecek demokrasi dışı yöntemler ile müdahale edeceği öngörülerine dayanmakta. Bunların ötesinde, posta ile kullanılan oyların seçim merkezlerine ulaş(tırıl)maması ve seçmen kayıtlarının bloke edilmesi gibi bir dizi müdahalenin yanında, bir de Amerikan seçim sisteminin Demokrat adayların aleyhine işletilen pek de bilinmeyen kendine özgü bir başka özelliği var: Seçici Delegeler Kurulu (Electoral College).

“Seçici Delegeler Kurulu”, Amerika’nın 250 yıllık kuruluş tarihçesinin başlangıç dönemlerinden kalma elitist bir kurum. ABD’nin federatif yapısının kurgulandığı bu ilk dönemde, Amerika’nın “kurucu babaları”, halkın seçme sağduyusunun yeterli olmayabileceğini gerekçelendirerek ülkenin başkanını seçme yetkisini nihai olarak bir seçici kurula devretmeyi öngörmüşler idi. O günlerin tezleri, halkın “cahil” ve “eğitimsiz” olduğu savlarından hareketle, Amerika’nın başkanının genel seçimler sonucunda eyaletlerce atanan delegeler eliyle belirlenmesi gerektiğini kurgulamaktaydı.

Dolayısıyla o günden bu yana uygulanan bu “ikili” seçim sisteminde öncelikle halka açık genel seçimler yapılmakta, daha sonra da eyaletler kendilerine belirlenen kotalar dahilinde nihai olarak başkanı seçecek delegeleri atamaktadır. Bu yöntemde atanacak olan toplam 538 delegenin asgari 270’inin oyunu alan aday, Amerika’nın yeni başkanı olarak belirlenmektedir.

Her eyaletin kurula atayacağı delege sayısı eyaletlerin nüfus yoğunluğuna göre belirlenmektedir. Ancak bu hakkaniyet kuralının birçok istisnası da bulunmakta. Küçük eyaletlerin temsiliyetlerinin sağlanması ya da kırsal kesimin delege sayılarıyla desteklenerek kayırılması gibi ayrıntılar sıklıkla dile getirilen teknik sorunları oluşturmakta. Ancak burada nihai olarak belirleyici olan sonuç, bu istisnaların bir araya gelip birikerek genellikle Demokrat Parti’ye oy veren aydın ve kentli kesimin aleyhine çalışması olagelmiş.

Öyle ki örneğin Trump’ın başkan olarak atandığı son 2016 seçimlerinde Demokrat aday Hillary Clinton, genel seçim sonucunda aslında rakibinden 3 milyondan fazla oy almasına ve yaklaşık yüzde 2’lik bir farkla yarışı kapamasına karşın ikinci aşamada seçici kurulun oylarıyla başkan olarak atanmamış idi. Bundan önce 2000 yılı seçimlerinde de aynı durum söz konusu olmuş, Demokrat aday Al Gore genel seçimden 547 bin oy farkla önde çıkmasına karşın kurulun kararı George Bush lehine gerçekleşmiş idi.

***

Amerikan seçim sisteminin bu elitist ve antidemokratik kurgusu, 5 Temmuz 2019 tarihli Birikim dergisinde Kenan Eral’ın “ABD’ye Özgü Kavramlar Sözlüğü” başlıklı katkısından veya Cas Mudde’nin 2 Kasım tarihli VoxEurope sitesindeki “Şimdiye Değin En Önemli Seçimler” adlı yazısından da izlenebilir. Her iki yazar da ABD seçim sisteminin işleyiş biçiminin yapısal olarak Demokratlar aleyhine işlediğini vurgulamaktadır.

Dolayısıyla hemen tüm anketlerde şu ana değin önde gözüken Biden’in tahminlere göre, en az 5 milyonluk bir fark ile seçimi kazanması gerektiği; aksi takdirde seçici kurul adı verilen mekanizmanın başkanlık tercihini Trump lehine sonuçlandırabileceği vurgulanmaktadır.

Ancak Amerikan seçimlerini neredeyse “azgelişmiş bir üçüncü dünya ülkesinin sahte demokrasisi görünümüne indiren” (yakıştırma Cas Mudde’ye ait) bu uygulama, tarihsel kökenleri eskiye uzanan, özünde antidemokratik bir kurumun varlığından da öte gözlemlere dayanmakta. Bunların başında da Covid-19 pandemisi nedeniyle tercih edilmekte olan “postayla oy verme” sürecinin baskı altına alınması ve oy pusulalarının merkezlere ulaşımının engellenmesi geliyor. Bu gözlemlerden hareketle Cas Mudde, VoxEuropa’daki yazısını “seçimin sonucunun katılım oranına bağlı, ancak katılma oranının da katılabilmeye dayalı olduğunu” vurgulayarak hicvediyor.

Son söz olarak, bu gibi küresel boyuttaki dönüşümlerin ülkemiz medyasında “Sonuçlar Türkiye ekonomisini nasıl etkiler?” biçiminde ele alınmasının gelenekten olduğunu biliyoruz. Kişisel yorumum, seçim sonrasında ortaya çıkacak olan belirsizlik ve güvensizlik ortamının gerek dünya gerekse Amerikan ekonomisi için daha çok istikrarsızlık, risk ve aşırı dalgalanma anlamına gelebileceği yönündedir. Türkiye ile karşılaştırıldığında ise belirsizlik ve güvensizlik yarışında öne geçecek ülkenin parasının daha fazla değer yitireceği açıktır.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları